19 Temmuz 2012 Perşembe

Sonsuz



Hiçbir şey konuşmak istemiyor oluşumun orta yerinde öylece bakınıyordum etrafa. Neyse ki acımı yaşamak ve sindirmek için yeterince zamanım var. Çünkü acı çekmem gereken zamanlarda mutluluk oyunu oynamaktan nefret ediyorum. Ortada çekilmeye değer bir acı varsa dibine kadar çekip doldurmalıyım içime. Ruhumla, bedenimle ve tüm organlarımla hissetmeliyim. Üzerini örtmek, gereksiz saçmalıklarla kendimi hafifletmek, dikkatimi başka yerlere odaklamak, hiçbir şey yokmuş gibi davranmak yaşayacağım süreci uzatmaktan başka bir işe yaramaz. Benim acım, içime doldurmadığım sürece bitmez.
Oysa çekecek bir acım yokken de suskun suskun etrafıma bakınıyordum. Yaşadığım bu ıssız yerde, yapabileceklerimin sınırlarımı çizdiği sakin yaşantımda konuşmak lüks sayılabilirdi. İçsel bir söyleşinin davetsiz misafiri olmak nasıldır bilirim bu yüzden. Aradaki tek fark yüreğimdeki ağırlık… Hepsi bu.
Hani insanın uyanmak istemediği sabahlar vardır. Hele de benim gibi iki odalı, tek katlı, denizin iskeleye bağlandığı noktanın sağ çaprazında ve bu nedenle yirmi dört saat deniz kokan, kasabanın tüm hareket ve gerçeklerine sırt çevirmiş, her sabah kapısını engin denizlere açan bir kulübede, balıkçı eskisi babamla yaşıyorken. Yine böyle uyanmak istemediğim karanlık bir gecenin, karanlık, bulutlu sabahında bulmuştum; annemin bizi terk ettiğini yazan, nemden yumuşamış ve iyot kokan mektubunu. Akıllı kadındı annem, kaçmak için babamın on günlük balık avına çıktığı ilk geceyi tercih etmişti. On yaşındaki bir kız çocuğunun dokuz gün boyunca bu ıssız grilikte tek başına ne yapacağını hiç hesap etmeden. Elimde mektup, başımda dönen duvarların arasında, ayakta kalmaya çalışışımı hiç unutmadım. Bir de babamın eve dönüp de elimdeki mektubu okuduğu anı. Sanırdım ki hayatımın yegane önemli olayı bu ikisi; annemin evi terke ettiği gün ve babamın bunu öğrendiği gün. Tahmin edemezdim; uyanmak istemediğim her sabahta yüreğime kazınacak bir yara olduğunu. Tahmin edemediğim için uyandım o karanlık sabaha da…
Daha önce hiç bu kadar kalabalık görmemiştim denizi. Onlarca balıkçı teknesi vardı. O yıl her zamankinin aksine, balık sürüleri istikametini değiştirmiş ve bizim kıyılarımıza yakın bir yön seçmişti. Bunun doğal sonucu olarak balıkçılar buralara gelmişti. Uzaklardan; evini, çocuğunu, sevdiklerini geri döndüğünde bulamam ihtimalini göze alarak gelmişlerdi. Çünkü her balıkçı bilirdi; uzun ayrılıkların daha da uzun yalnızlıklar getirme ihtimali olduğunu.
İçim sıkıldığı için yürümüştüm iskelenin ucuna. Her zaman yaptığım gibi ufuk çizgisine doğru dalıp gitmek istiyordum. Ama bugün ve önümüzdeki günlerde bu mümkün olmayacaktı. Bende teknelere doğru daldım; irili, ufaklı sakin duruşlu teknelere… İşte o dalışımda çıkartmıştım, bir midyeyi ve içindeki siyah inciyi.
Kıyıya diğerlerinden çok daha yakında duran teknenin güvertesinde, yılın sekiz ayını denizde geçiriyor olmanın tenine verdiği esmerliği cömertçe sergileyen bir adam vardı. Bulut kümelerinin arasından sızan ışık huzmelerini emmek istercesine dolaşıyordu teknenin içinde. Üzerine yapışan gözlerimin farkına varamayacak kadar önemli işler peşinde olmalıydı. Oysa ben onun; gövdesine hafif bir çıkıntı yapmış göbeğini, şortunun altında salınan bacaklarındaki adaleyi ve hatta birkaç gündür tıraş olmadığını gösteren yüzündeki kirli sakalın bile ayırtına varacak kadar uzun süredir izliyordum.
Gözümde o dayanılmaz esmerliğin hayaliyle kulübeye döndüğümde babam, balık pazarına çıkmıştı. Annem bizi terk ettiğinden beri babamın aldığı en uzun mesafe buydu; sahilin hemen üzerindeki taze balıkların satıldığı hal. Artık balık avlamak yerine tartıp satmayı tercih etmişti. Ayağı her an karaya bassın istiyordu, denizlerin enginliği korkutur olmuştu yaşlı kalbini. Bense o gün, her günkü yalnızlığımdan farklı olarak uzandım yatağıma. Zihnime kaydettiğim her anı daha da ayrıntılı düşünmek için yanıp tutuşuyordum. Minik karelere böldüğüm görüntülerin her birini defalarca gözlerimden geçiriyor ve bundan inanılmaz bir zevk alıyordum. Kimi zaman kalbim hızlanırken kimi zaman bütün tüylerim ayaklanıyordu. İstemsiz bir kasılma yaşıyordu vücudum. Bu sarhoşluğun etkisiyle akşama kadar kıvrandım yatağımda. Ne babamın eve gelişi ne de yemek hazırlama mecburiyeti kaldırıyordu beni bu düşten. Babam bildik hareketlerle kurdu rakı sofrasını, benimse açlık umurumda değildi. Tek istediğim, onu yeniden görünceye kadar hayaliyle yaşamaktı.
Ertesi sabah yine karanlık bir güne uyandım. Bu sefer bulutlardan değil, güneşin doğuşunu sabredemediğimden. İskelede oturup beklemek istiyordum, hakkında hiçbir şey bilmediğim o adamın güverteye çıkışını. Aynı yerde demirliydi tekne, uzun sürecekse de beklemeye değerdi. Her denizin martısı vardır, karabatakları, balıkçılları. Onlar da payına düşenleri almak için gelirlerdi aydınlıkla birlikte, üzerinde rahatça durabildikleri sonsuz su birikintisine. Martıların çığlığı mı yoksa balıkçılların çırpınışı mı beni kendime getirdi bilmiyorum? Hava aydınlanmıştı. Gece geç saatte avdan dönen tüm tekneler gibi onunkinde de hareket yoktu. Dün gördüklerimi bugünün üzerine yapıştırıp yaşamaya devam ettim. Bu böyle ne kadar sürdü ayırtına varamadıysam da, yanık tenli omuzları üzerinde tuttuğu dik başını kamaradan güverteye çıkarttığını gördüğümde heyecanım kat be kat arttı. Yaptığı her hareketi ezberlercesine kazıyordum beynime. Uzun ve enli gövdesinin bacaklarıyla birleştiği yerde taşıdığı kırmızı şortuyla kendini serdiğinde ıslak zeminli güvertenin burnuna, beni de anlamsız bir ateş sardı. Onu izlerken durmuştu dünya. Hayaller ülkesinin derinliklerinden gelen bir görüntü gibiydi uzakta olanlar. Zamansızlığın içinde sürüklenip duruyordu duygularım. Yaşadıklarıma anlam veremeyecek kadar kendime uzaktaydım. Bir yabancıya sergilenen samimiyetsizlikle ve mesafeyle duruyordum hep kendime karşı. Hiçbir zaman içimden bakamadım dünyaya, başka bir dünyadan hem kendime hem de herkesin yaşadığı o yere bakıyordum. Ama şu an ilk defa kendi bedenimdeydi ruhum boşlukta gezinmek yerine, kendi içimden bakıyordum karşımdaki adama. Kendi gözlerimle kendi bedenime baktım belki de hayatımda ilk defa. Fark edilmek için, farkına varmam gereken ne çok ayrıntı olduğunu fark ettim. İki dünya arasında geçiş yapmış biri gibiydim. Oturduğum yerden kalkıp eve fırlamamın hiçbir anlamı yoktu, soyunarak aynanın karşısına geçişiminde. Ruhumla bedeninim birleştiği o gün kendimle göz göze geldim ilk defa. İri ve kahverengiydiler. Kumral tenime çizilmiş yüzümde burnumun sol tarafına nokta misali koyulmuş açık renkte bir ben vardı. Uzun kumral saçlarım belime dökülüyordu. İçeri çekilmiş göbeğimin üzerinde lambayı andıran ufak göğüslerim ve altında fazla şekilli olmayan dolgun bacaklarım. Bacaklarımla sırtımın tam ortasındaysa kalçam izliyordu. Uzun uzun seyrettim kendimi; sağdan, soldan, önden, arkadan… Kendimi kendi içimden izlemek keyif veriyordu ve aynı zamanda kara yağız balıkçıyı düşünmekte…
Şu hayatta tadına çok az bakabildiğim duyguların arasında bu günkü gibi bir duygu yoktu, bu günkü ve dünkü gibi. Aklımı işgal etmiş olan bu adamın yüreğimi de ele geçirdiği, güneşin her sabah yeniden doğuşu kadar gerçekti. O’nu düşündüğüm anlarda içimin çekilmesi, kalbimin hızlanması, zaman kavramının yok olması ve yüzüme anlamsız bir sırıtıklığın yerleşmesi, bu gerçekliği doğrulamak için yeterliydi. Evet bu adama aşık olmuştum. Tamam, ne adı ne sanı ne kim olduğu ve nereden geldiği hakkında hiçbir fikrim yoktu ama aşıktım. Zaten aşık olmak için bunların hiçbirini bilmeye gerek yoktu. Çünkü bu aşktı, sevgi değil. Birini sevmek için milyonlarca nedene ihtiyacı olabilir insanın ama aşk için değil. Aşk; bu dünyanın ve zamanın dışında, gerçeklikten uzak ve hatta hayal dünyasının içinde var olmaktır. Aşk insanın gözüne indirdiği perdeyle bir maymundan prens bile yaratabilir. Oysa sevmek, olanı olduğu gibi kabul etmektir. Şu saatte, nerede olduğunu sorgulayabilmektir. Yani gerçekliğin ta kendisidir.
Aynanın karşısında kaldığım süre içerisinde bir insanın gözlerini yakından görebilmek için, yine bir insanın nelerini verebileceğini anladım. Uzaktan da olsa gözlerimin, o yakıcı iklimlerden gelmişe benzeyen kara yağız balıkçının gözleriyle çarpışmasını şiddetle istiyordum. Aklımda hep bal rengi bir çift göz vardı. Gözlerimin içine bakarken, içinde kaybolduğum bal rengi bir çift göz… Nedense bu adama en çok yakışacak renk buymuş gibi, neredeyse el açıp tanrıya dua edecektim; bakmak için çıldırdığım o gözler bal rengi olsun diye.
Hayal dünyasının gerçeklerden çok daha fazla mutluluk verdiği fikriyle giyindim ve yatağıma gittim. Yapmak istediğim tek şey sabaha kadar onu düşünmekti. Varlığımın hayata bir şeyler katmadığını bildiğim için düş dünyasında olmamın kimse için bir eksiklik yaratmayacağını da biliyordum. Zira babam bu fikrimi doğrularcasına sessiz ve yavaş hareketlerle olağan gelişlerinden birini yaptı. Etrafında kendinden başka kimse yokmuşçasına, kendi karanlığına gömüldü.
Gerçekler insanın yanı başında dururken, onları alıp yeniden şekillendirmek, olduğu gibi yaşamaktan çok daha güzel. Eğer öyle olmasaydı, bütün gün onu izleyebilecekken erkenden yatıp hayallere dalmayı tercih etmezdim. Bir yandan kendimi keşfedişimin heyecanı bir yandan gözlerinin ela olmasının gerçek olduğunu düşünmenin heyecanı, karnıma ağrılar sokuyordu. Karnımdan girip kasıklarıma ilerleyen oradan bacaklarıma dağılan sıcacık bir ağrı. Yarı uykuda yarı hayalde ama bol sancılı bir gece sabaha kavuşuyordu. Bu gün çok uzun zamandır yapmadığım bir şeyi yapmaya karar vermiştim; denize girecektim. Belki kendimi fark ettirmek belki ona daha yakından bakabilmek ya da kim bilir belki de ateşler içinde yanan bedenimi serinletmek içindi. Güneş kendini gösterir göstermez çıktım iskeleye, yürüdüm ucuna kadar. Yine orada aynı yerinde duruyordu tekne. Elbisemin düğmelerini yavaş yavaş açarken beni perişan eden o balıkçıda teknenin tırabzanlarından tutunmuş kıyıya doğru bakıyordu. İşte günlerdir beklediğim şey şu an olabilir ve uzaktan da olsa bun adam beni fark edebilirdi. Şu an; içinde olduğumuz ve sürekli akan zaman. İçindeyken gidişini fark edemediğimiz ama geçip gittikten sonra ardından bakakaldığımız an. Burada bunun ayırdında olmak, o anı tutup hiç bırakmama isteğini uyandırıyor insanda. Keşke yaşadığım her saniyenin farında olsam ve sonuna kadar tadına varsam. İnsanın yaşadığının ayırdında olabilmesi için mucizelere ihtiyacı olmasa…
Akan zamanın içinde bir yerlere tutunma güdüsüyle düğmelerimi açmaya devam ederken, uzaktan ne renk olduğunu kestiremediğim, o bir çift gözle çarpıştı gözlerim. Bakışları içimi delip geçecek güçteydi. Sanki saydam bir bibloydu bu manzaradaki her şey ve onun bakışları, gözünü çevirdiği her yeri delip geçiyordu. Şuursuzluğum her saniye biraz daha artarken bütün düğmelerimi açmış denize girmeye hazırdım. Merdivenlerden kendimi yavaşça bıraktım serin sulara. İçinde yüzdüğüm deniz, içinde bulunduğum zaman gibiydi; sürekli deviniyordu. Kilitlenip kalmak istediğim sürenin, o balıkçıyı o trabzanlarda kilitlemeyeceğini biliyordum. Sanki bunu görmek istercesine kafamı sudan çıkartıp baktığımda beni yakan o adamın yerinde koca bir boşluk olduğunu gördüm. Yeniden dalmak için başımı sulara gömecektim. Ama az ileride teknenin yamacındaki sular da oynaşıyordu, dalgalanıyordu. Biraz daha yüzerek yakınlaşacakken suların içinden kirli sakalları, esmer yüzü ve çevik vücuduyla O çıktı. Sıtma tutmuş hastalar gibi dişlerime kadar zangırdamaya başladım o an, içinde bulunduğum mekanı ve anı onunla paylaştığım o müthiş an… Tırnaklarıma kadar morardığımı, vücudumun kaskatı kesildiğini hissedebiliyordum. Yapabildiğim tek şey batmamak için minik çırpınışlardı. Ben kendimi zapt etmeye çalışırken O, o günlerdir düşle gerçeği harmanlayarak içime doldurduğum adam, bir kulaçlık mesafede duruyordu
İşte yine zamandan ve mekandan kopmuştum. Koskoca evren pul olmuş gitmişti. Her yer, her şey sevinçli bir donukluğa kavuşmuştu. Kendi içimden kendi gerçekliğime bakıyordum. O anın içinde kilitlenmiştim. Ne günlerdir yaşadığım hayal dünyası ne gerçekler içinden işe yarayanları bulup çıkarma çabam ne kendimi keşfimin heyecanı… Hepsi bu an içinde etrafa yayılmış, boşlukta duran önemsiz birer görüydü sadece. Durağanlığın içinde etrafa ışık saçan tek şey; kahverenginden elaya doğru tüm tonların oynaştığı o gözlerdi...  
                 
 Bu öykünün finalini yıllardır yazamadım, herkes kendi finalini yazsın ben de okuyayım...