9 Mart 2012 Cuma

Adam


Adam evden çıktı her zaman yaptığı gibi. Her zaman gittiği yoldan, her zaman gittiği yere, her zamanki gibi ilerlemeye başladı. Her zamanki kıyafetleri vardı üzerinde, eli her zaman koyduğu cebinde… Ve somurtkan ve durgun ve ifadesizdi her zaman olduğu gibi. Her şey hep aynı görünüyorken birden bir şey hissetti adam kendinde. Etrafına bakındı, kimse yoktu durdu dinledi; kulakları sağır eden bir ses değilse de sürekli çoğalan bir sesti. Ne dediği anlaşılmıyordu. Sanki bir yerlerde sıkışmış yahut göçük altında kalmışçasına derinden bir sesti. Ne gariptir ki bu kadar uğultunun arasında sitemkar bir tonda olduğu anlaşılıyordu, ah bir de kimden ya da nerden geldiği anlaşılabilseydi! Bilmiyordu, bazen anlamanın, anlayabilmenin ne denli zor olduğunu; çünkü bu çok seyrek yaptığı bir şeydi.
Etrafına bakınarak tam bir dakikadır aynı yerde durduğunu fark edince şaşırdı. Her zaman yaptığı bir şey değildi yolun ortasında durmak. Durmaktan ziyade; duymaya ve anlamaya çalışmak. Tedirgin oldu. Günün ilk saatleri için çok şey yaşamıştı; duydu, anlamaya çalıştı ve şaşırdı… Tekrar yürümeye başladı, bir süre sonra uzaklaşırdı nasıl olsa o sesten. Devam etti ne hızlı ne de yavaş olan adımlarını atmaya. Garipti, sanki o sandığın içinden haykıran ses ensesinde üfürüp duruyordu. Uzaklaşmak için hızlandığı her bir adımda sanki daha çok duyuyordu. Tekrar durup dinlemeye niyeti yoktu. Yeterdi bu kadar tedirginlik bugün için.
Ensesindeki sesle birlikte vardı, her gün sekiz-on yedi mesaisi yaptığı iş yerine. Oda arkadaşları küçük bir şaşkınlık ifadesiyle süzdü adamı. Bütün bakışların üzerinde olması rahatsız etmişti onu, anlamışlar mıydı bir dakika geç kaldığını yoksa onlarda mı duyuyordu bu uğultuya benzeyen yakarışları? Odadaki diğer insanlar için ‘arkadaş’ kelimesini kullanmak ne denli doğru olur kendisi de bilmiyordu. Her sabah bir ‘günaydın’ ı bile çok görerek yerine geçip, her akşam yine aynı kabalıktaki sessizlikle ayrılıyordu yerinden. Odadaki insanlar da alışmıştı bu dingin ve kaba sessizliğe. Öyle ki bir gün olur da ‘günaydın, iyi akşamlar, afiyet olsun’ gibi selamlaşma ya da nezaket belirten, işle ilgili konuşmalar dışında olan, bir kelime çıksa adamın ağzından herkes küçük dilini yutmaya hazırdı.
Odadaki insanlar, evdeki insanlar yani yakınında olan hemen herkes alışmıştı bu duruma. Alışmak zorundaydılar. İyi bir cimrinin tasarruf sanarak kıstığı gereklerini kısar gibi kısıyordu cümlelerini. Kelimelerden tasarruf ederek yaşıyordu. Kelimeden tasarruf iyi bir şeydi. Çünkü kelimeler dolayısıyla cümleler hayatın gerekleriydi. Onlar olmadan yaşamak, konuşmak, düşünmek, yemek yemek ve hatta yürümek bile zor çoğu zaman imkansızdı. Az kelime kısa cümle; kısa cümleyse daha az emek sarfiyatıydı. Böyle yaşayınca ne düşünüp tartmaya ne etrafındakileri algılamaya ne başkalarını anlamaya ne de bir şeyleri yargılamaya gerek vardı. Etliye sütlüye karışmadan kendi ekseni etrafında döndüğünü sandığı hayatını bitirmeye bakıyordu tez elden. Dönen bir şey yoktu aslında, eksen yoktu çünkü. Kendi etrafında bile genişliğe sahip olamamış biriydi o. Öyle bir adamdı, doğduğu için yaşayan, yaşamak için yiyen, adının bile ağırlığı olmayan bir adam.
Önünde duran kağıt yığınına elini attı hızla. Kaydedilmesi gereken evraklardı bunlar, her gün ki işi yani. Allahtan geveze birine vermemişlerdi bu görevi. Yoksa bütün gün çene çalmaktan evrak kaydedemez, nihayetinde de biriken evraklar içinden çıkılmaz bir hal alırdı. İçinden çıkılması zor durumları, sorunları, üzerine düşünülmesi gereken şeyleri oldu olası sevmezdi. Çocukluğundan bu yana ivmesi ve yönü değişmeyen bir hayat içinde var olmuştu. Bu nedenle dümdüz bir adamdı. Hiçbir girinti ve çıkıntıya tahammülü yoktu. Kıyafetleri dahi tek renkti, karışıklığı sevmezdi. İşte bu yüzden; yani evraklar birikmesin diye çıkıntı oluşturmasınlar, sorun yaratmasınlar diye onları kaydetmeyi seviyordu. Zaten şu hayatta sevdiği pek az şey vardı. Sevdiği şeylerde hiç değişmediği için, sürekli aynı şeylere karşı aynı duyguları hissettiğinden, bu duygunun – sevginin – nasıl bir şey olduğunu çoktan unutmuştu. Unuttuğunu da unutmuştu işin kötü yanı…
Neden sonra fark etti; ensesindeki sesin hafiflediğini. Bir an kalemi bırakıp kulak kabarttı. Evet, yanılmamıştı o haykıran ses hızını kesmişti sanki. Umursamadı, geçeceğini biliyordu. Kalemine ve evraklarına dönmüştü ki derinlerden bir çığlık yankılandı. Aralarında yok denecek kadar az mesafe olan iki dağın arasında bağırılsa bu denli güçlü bir yankısı olamazdı. Göz ucuyla etrafı süzdü, herkes işiyle meşguldü. O derin boşluğun oluştuğu saniyelerde sağır olduğunu düşündü. Tam olarak düşünemedi, aklından geçirirken o ses yine derinlerden yakarmaya başladı. Neye kulak vereceğine karar veremiyordu. Her şey iç içe geçmişti. Sesin azaldığını sanırken yankılanması, yankının ardındaki sessizliğin içinden çıkan uğultu, uğultuya aldırmamaya çalışıp bir şeyleri aklından geçirmeye çalışması… Düşünmeye çalıştığı neydi peki? Bu karışıklıkta ne düşünebilirdi ki? Düşünerek bu sesi kesebilir miydi? Tüm bu gürültüye rağmen evraklarına döndü. Zor bir durumdu ama işini yapacaktı, her zamanki kararlılığıyla.
Yaptı. Akşama kadar, duyduğu her türlü sese ve rahatsızlığa rağmen işini yaptı. Mesai bitimine dakikalar kalmıştı. Bugün de bitiyordu işte. Tek yapılması gereken ertesi güne ulaşmak için beklemekti. Onun için gün işyerinde geçirdiği saatlerle sınırlıydı. O saatler bitince günde bitiyordu. Dış dünyayla hemen hemen tek ilişkisi buydu çünkü. Farkında değildi; her gün ardında boşa geçip giden saatleri bıraktığının, bıraktığı bu saatlerin toplamının adının; hayat ya da ömür olduğunun. Tüm dünyasal zevklerden arınmış, yalıtılmış bir yaşam sürüyordu. Günden kar ediyordu uyuyarak. Uyumak kısaltıyordu zamanı ve yaklaştırıyordu sonunu.
Kalktı sandalyesinde, kapıya yöneldi, çıktı. Adımları seyrekleşti. Anlamak istediğinden emindi artık, gittikçe zorlaşan bu durumu. Soru sormayı sevmezdi. Zaten fark etmeden sordu kendi kendine: ‘Kimdi, neydi, ne diyordu, ne istiyordu bu ses?’. Bir seferde yanıtlanması zor sorular sıralanıvermişti. Kendine bile sezdirmeden düşünmeye başladı adımlarını izlerken. Ya susmalıydı bu yakarış ya da anlatmalıydı kendini. Ne güzel olurdu anlatsa, açıklasa kendini ve çekip gitseydi. Maalesef. Hayat ona, ömrünün en zor görevlerinden birini vermişti bile. En son ne zaman zor bir durumla karşılaşmıştı, ne zaman bir handikap içinde kalmıştı? Hatırlamıyordu. Hatırlasa faydası olurdu belki bu durumu çözmek için. Onun bugüne kadar çözmesi gereken düğümlü bir ipi bile o kadar az olmuştu ki…
Neredeyse etrafını görmesini engelleyecekti. Sabretmek zorlaşıyordu. Yoksa zor olan mı sabretmekti? İki elini iki kulağının üzerine sıkıca bastırdı. Bastırdıkça güçlendi ses, güçlendi, güçlendi…  Sıradan bir insanın algı dünyasını hiçe sayarak yükseliyordu.  Kafasını göğsüne doğru yaklaştırdı. Gittikçe gücü tükeniyor, her saniye kaldırıma biraz daha yaklaşıyordu. Başı ellerinin ve bacaklarının arasında yere çömelmiş, kaldırımla burun buruna gelmişti. Yoksa her gün bir uyku boyu yaklaştığı sonu gelmiş miydi? Gözünün aralık kalan kısmından gördü,  kaldırım taşları arasından salık veren minik papatyayı. İşte o an hayatında aralık kalmış fakat hiçbir zaman için itelenmemiş ne kadar kapı varsa ki sayısı çok azdı, bir bir geldi gözünün önüne. Kapılar itelenmedi ama papatya koparıldı yerinden, kokar diye belki. Küçük bir ihtimal de olsa vardı. Burnunun ta içine çekercesine kokladı onu…
Çiçekli entariler içinde uçuşan o zayıf beden. Her gün elinde poşetiyle geçerken mahalleden ve nereye gittiği asla bilinmeyen, al dudaklı, al yanaklı, siyah saçlı o dilber… Tek zenginliği gülücükleri olmalıydı ki dağıtırdı ziyan etmeden. İnsana umut veren, ummayı güzel bir bekleyiş haline getiren, bir dahaki gülücüğü görene dek elindekiyle idare etmeyi öğreten, esin veren sıcak bir esinti gibi esen, çalacağı her kapıyı aralatmakla kalmayıp ardına kadar açtırabilecek güçteki gülücükler… Onun geçtiği yerleri anlamak, tahmin etmek ne zevk veren bir uğraştı. Çiçeksi kokusunu geçtiği her bir köşeye sindirircesine bırakırdı. Belki o yüzden; sıcacık gülücüğünü daha da anlamlı hale getiren o güzelim kokusu yüzünden, onun ardından dönerek tüm köşeleri gitmişti peşinden, küçük bir çocukken. Aralı kalmıştı onun ardından bahçe kapısı. Girmeye cesareti yoksa da bakmaya vardı. Gizem dolu bu güzelliği görebilmek için uzanmıştı kafası içeriye, bedeni dışarıdayken. Ayak seslerini duyamayacak kadar uzakta olsa da her kıpırtıya içi kalkıyordu. Her seferinde evin kapısı açılacak ve hülyalı gözler ona bakacak sanıyordu. Olmadı. Hava çoktan kararmıştı. Bahçe kapısını kapatmaya bile çıkmamıştı. Çocuk yüreği olmayacak hayallere tutunmuştu bu aralık kapıda.
Her gün sabah erkenden gelip hava kararıncaya dek bekledi, yaşıtları misket oynarken o. Heyecanla beklenen her dakika, işkence oldu. Zamanlardır hiç iz yoktu ona ait. Ne gülüşü ne kokusu ne de uçuşan etekleri uğramıştı mahalleye. Artık kaldırımda oturarak bakıyordu bahçe kapısından, solan çiçeklere. Başka çaresi olsaydı keşke. Çiçeklere su veren olsaydı da mesela solmasalardı.
Bir gün yine kaldırımdan izlemeye giderken kendi iç dünyasını, taşların arasında gördüğü papatyayı kopardı. İçinden bir ses ‘bugün gelecek’ diyordu. Gelirse eğer ona verecekti, kendi kokusunu. Garip bir duyguyla döndü köşeyi; kalabalık vardı, gürültülü bir kalabalık. Aralık kapı açılmış, içeriden battaniyeye sarılı narin bir beden çıkıyordu. ‘İntihar etmiş, ölmüş zavallı!’ diyorlardı. Siyah bir arabaya koydular onu ve nicedir aralı duran kapısını kapadılar. Yere düşen papatya, toz bulutu ve sonrası yok!
Bu, hayatında yüzüne kapanan ilk kapıydı, ne yazık ki son olmayacaktı. Sonraları daha sağlamları daha sağlamca çarpıldı yüzüne, yaralı yüreğine de… Yere düşen papatyanın üzerinden geçerek gitmişti o. Onun için kopardığı toprağından, suyundan, ona sunmak için ayırdığı papatyayı ezerek, hiçe sayarak ve üstelik bir daha dönmemecisine gitmişti… Yaşadığı ağır travmanın farkında değilse de bir şeyleri yitirdiğinin farkındaydı. Bu farkındalık zor günlerin başlangıcıydı.
Diğer kapıların kapandığını da görüyor olmak yarasını derinleştirmeye yetiyordu. Önce en yakınındakiler; annesi, babası, kardeşleri sonra uzağındakiler; arkadaşları, öğretmenleri, bilyeleri ve hatta sokaktaki kediler bile hızla kapatıyordu bir şeyleri. Aslında çarpılan yalnızca kendi kapılarıydı. Bir daha hiç açılmamacasına sevinçlerini, umutlarını, beklentilerini, hayallerini, üzüntülerini, kanayan yarasının kabuklarını, güzeli anlatan çiçekleri, uçuşan etekleri, masum gülüşleri hatta o anın içinde yaşadığı her duyguyu kilitlemişti, kendinden başka hiçbir çilingirin açamayacağı kaplar ardına. Sonra kilit altına aldığı onlarca parçası hiç yokmuşçasına yaşadı. Unutmak; etkisi kısa süren bir uyuşturucu gibiydi. Onun için sık sık almalı, her alışında damarlarında hissetmeliydi. Unutarak yaşamayı yaşam biçimine dönüştürdü. Gördüğü her olayı, her kişiyi, her yeni bilgiyi ve her anı siliyordu belleğinden. Unutamamaktan ve acıdan korktuğu için.
Ama bugün sanki yıllar önce düşürdüğü o papatyayı yeniden bulmuştu ve dolayısıyla kaybettiği her şeyi. Bir koku, küçük bir tat; kendini zihninin kıvrımlarında dolaştırmasına yetti. Rastladığı görüntülere o kadar şaşırdı ki… İnandığı, inanmadığı, acıtan, sancıtan, kusturan, susturan ne varsa hepsinin anahtar deliğinden ışık hızıyla geçti. Gözlerini kamaştıran ışıkların zihninde hala yanıyor olması sevindirdi onu. Yıllar önce yüreğini ezip geçen o güzelin; hayallerini, çocukluğunu daha da acısı kendini kendinden nasıl alıp götürdüğünü gördü. Hayata gözlerini ilk kez açıyormuşçasına kocaman oldu gözleri. Ana rahminden sonra dünyada aldığı ilk nefesmişçesine derinine çekti havayı. Bugün bu papatyayı birilerine verme zamanı gelmişti. Kaybettiği yılları ve kaybettiği kendini geri getirmeyecekti ama önünde uzun yıllar vardı yeni bir ben yaratmak için. Papatyayı kendine armağan etti. Doğruldu yerinden ve içinde haykıran o sese hem kulak hem de hak verdi; ‘ Her şeye yeniden başlamak için bu andan tezi yok!

Aşkla


  Aşkla başlamıştık, aşıktık. Uzaktaydık ama uzanıyorduk birbirimize. Bağlıydık, yürekten. İlk günden, İlk   andan tutkuluyduk, yanıyorduk.
 
         Acıyordu yalnızken içimiz ama yalnızdık. Günler, geceler boyu ruhumuzda iki kişiyi taşıyorken bedenlerimizde bir'dik. Biz'dik her zaman. Ağırdık, tek bir beden olup çoğul bir yalnızlığı taşıyorduk. Taşıyorduk içimizden gelen seslerle, herkes biliyordu, özlüyorduk. Anlıyordu herkes görünmeyen bağlarımızın ne çok anlatılır ne çokta anlatılmaz anlam taşıdığını.
 
       Yumuyorduk gözlerimizi, açılıyordu aydınlığımız. Uzaktan gelen nefes alışlarımız, nefes verişlerimiz sadece içimizden çıkan seslerimiz... Yetiyordu, yetiniyorduk. Seviyorduk. Birbirimizi de, geceleri dolduran nefeslerimizi de. Sayıyorduk günleri, geceleri. Birbiri ardına geçen nicesinden sonra vardı, bir yerlerde sarılabilme müjdesi. Bekliyorduk her uyanışta, ne zaman geleceğini bilmediğimiz müjdeli günleri.
 
      Bir bizli bir bizsiz geçiyordu günler. Aşıktık. Bekliyorduk. Aşkın yarısı mı beklemekti, tamamı mı? Belki de hiçbiri? Biz aşkı beklemiyorduk ki. Zaten aşıktık. Beklediğimiz sadece birbirimizdi. Tuhaftı, bu kadar ağırdı beden, bu kadar ağırdı ruh ama değerdi. Değerliydi kavuşma anı, değerdi...
 
      Yolun başındaydık, yarıladık. Neye göre yarımdı? Yarım mıydık hala? Yaramaz mıydık bir aşka? Yoksa yarıda mıyız hala? 
   
      Kalabalıklaşmasın istiyordum ruhun, bedenin. Bana ait olan, bana ait kalmalıydı.
 
      Kalabalıklaşmasın istiyordum ruhum, bedenim. Sana ait olan, sana ait kalmalıydı.
 
      Yarısı ya da tamamı… Durduğumuz yer güzeldi, güzel kalmalıydı. Aşk büyülüyordu geçtiği her yeri. Büyüsü bozulmamalıydı. Kavuşmalar sevinç, ayrılıklar gözyaşı, hüzünler hüzün, sevinçler sevinç kalmalıydı. Zaman hiçbirine dokunmamalıydı. Sen giderken yine beni götürmeliydin, ben ardından gözyaşı dökmeliydim.
 
      Neresinde olursak olalım, aşkla başlamıştık, aşıktık. Özlemler yerini başka şeylere bırakmamalıydı. Sarılmalar, özleyişler hep aynı sıcaklığında kalmalıydı. Kokunun burnunda, burnumda, tütüşü kalmalıydı. Kalmalıydık yüreğimizin hep aynı en kuytu, gizli köşesinde.
 
     Gözlerimizin gördüğü kadar biz, beden olmalıydık. Doyulmaz, doyumu olmaz tat tenimizde yaşamalıydı. Dokunuşlar her bir zerrede elimizi yakmalıydı. Hasret ki o, yanımda yattığında bile dinmemeliydi.
 
     Biz, biz'dik. Bir'dik. Birbirimiz içindik. Hayata tutunmak aşk içindi. Bekleyişler, uğraşlar ve gözyaşları kavuşmalar içindi. Yan yanayken özlem, hasretleri pekiştirmek içindi. Aşk içindi!
 
     İçimizdeki her zerre, her ağırlık, her hafiflik aşk içindi!
 
     İçimizdeydi tutkumuz, tutkumuza bağlı her bir yanlışımız, doğrumuz!
 
     Yanlışlarımız aşkımız içinse doğru, kendimiz içinse yanlıştı.
 
     Doğrularımız kendimiz içinse yanlış, aşkımız içinse doğruydu.
 
    İçimize doğru, doğruyduk, aşkla başlamıştık, aşıktık... 

 

CAMİ-MADEN-NEFES


Bir cami avlusu; ihtişamlı iki minare arasında bir çeşme, çeşmenin etrafında insanlar bekleşiyorlar. Yıllanmış kavak ağacı dallarından başka bir de uğultu var. Trafikte arabalar, kornaları, insanlar, satıcılar, kuşlar ve hatta karıncalar da uğultunun göbeğinde şaşkın.
            Düşünüyorum da bugüne kadar ne çok mermer gördüm. Hakikisi, yapayı, düzü, desenlisi, leke yapmayanı… Bir ara o madenin çıkarıldığı şehirde bile yaşadım. Sanılanın aksine oradaki caddelerde, sokaklarda ve yapılarda mermerin ağırlığı hissedilmez. O denli ki ‘geçiyordum da uğradım’ havası bile yoktur. Oysa şimdi bu uğultunun orta yerinde bizzat buraya gelmek için yola çıkmış yüksek, uzun ve soğuk bir mermer var. Leke yapıp yapmadığını bilmiyorum.
            Elleri göbek hizasında birleştirilmiş, etrafına şaşkınca bakınan insanlar var. Şaşkın, meraklı, hüzünlü, buğulu… Kimin ne hissettiğini bilemiyorum. Yaşamımda pek çok insan tanıdıysam da, bazen gözlerine bakıp anladıysam da duygularını, ruh bilimine merak saldıysam da bilemiyorum. Bildiklerim bu noktada yetersiz kalıyor. Yüzlere çarpan ismi belirsiz o karmaşık duygu ifadesizlik yaratıyor. Zaten çoğunun güzünde hüzün, hüznünü saklamak isteyenlerdeyse gözlük var. Görüneni tanımlayamıyor, tanımlananın da ötesini göremiyorum.
            Ağaçlar… Ne şahanedir yazın gölgesinde oturmak. Sırt dayamak yıllanmış gövdesine, düz bir yolmuşçasına üzerinde hiçbir yere sapmadan, sürüden ayrılmadan, kaybolmadan yürüyen karıncalar ne çalışkandır. Ve insana ilham verir güçleri. Meyvelerinde hoş sohbet, yapraklarında şifa, kökünde sarsılmazlık ve kendisinde hayat vardır. Her bir soluğumuzu borçlu olduğumuz bir yaşam kaynağıdır o. Peki nasıl olurda yaşamımızın kaynağı, bence kutsal olan bu varlık biz nefes alamıyorken de sarmalar bizi? Hatta yardım eder, işe yarar, tutar bizi, taşır… Nasıl olur?
            Bayanlar hep böyledir. Bayılırlar siyah giyinmeye. Çünkü hem ince hem uzun hem ciddi hem de alımlı dururlar. Dünyada bu kadar çok renk ve sayamayacağım kadar tonu varken, hissettiğimiz renklere bürünüp bütünleşmek varken, dünyayı olduğundan daha renkli, daha yaşanılır kılmak varken neden bir yansıma bizi bu kadar mutlu eder anlamam? Ama bu gün ne ince ne de zarif olmak için giyildi siyahlar. Bu günün tek amacı ciddiyet ‘ Bakın son derece ciddiyim, üzgünüm’ ifadesini konuşmadan da anlatabilmek. Şimdi şu avludan alı moruna karışmış biri girse, üzerinde hissettiği bütün renkler olsa, iç dünyası bizden farklıysa ve o bunu böyle yansıtıyorsa ciddiyetine ve acımızı paylaştığına ne kadar inanırız?
            Gittikçe kalabalıklaşan bir cami avlusu: üzerinde ciddiyetin rengini taşıyan, gözlerindeki anlamı örten, elleri göbek hizasında kenetlenmiş bir yığın insan. Ve çeşme ve ihtişamlı minareler ve avlunun orta yerinde bir maden, madenin üstünde yaşamımızı sarmalayan nefes. İşte orada, oracıkta duruyor her şey. Her şey yerli yerinde; camii, maden, nefes!
            Bu günlerde beni ve varlığımı saran korkunç bir korku var. Her köşe başında, her merdiven boşluğunda, her satır arasında karşıma çıkan beni ürküten bir korku. Bir gün, bir sabah, belki bir gece yarısı ya da akşamüstü ansızın bir acı haber almaktan korkuyorum. Hayatımda yeri olan, izi olan, ağırlığı olan, sevgisi olan herhangi birini kaybetmekten çok korkuyorum. Kaybetmek; yani bir şeyin ellerinin arasından aniden belki de fark ettirmeden yok olup gitmesi. Sonra o ‘şey’ olmadan yaşamaya çalışmak. Onun, hayatındaki izlerini gördükçe içinin burkuluşunu hissetmek. Bir anıyı anmak tek başına, o anının içindeki ‘şey’ olmadan, onun varlığını hissedemeden, aklına gelenleri paylaşamadan, tek başına, hayatının o anını dolduran ‘şey’ yanında olmadan hatırlamak. Hatırladığın olaya gülememek, gülmek bir yana tebessümü bile aklından geçirememek. Sadece yokluğun ağırlığını hissetmek. Hayatını dolduran o ‘şey’in yokluğu altında ezilirken kalbindeki derin, depderin sızının ağırlığını hissetmek.
            Kaybettim. Hayatımda pek çok rolü olan o ‘şey’i kaybettim. Ve arayamıyorum. Nafile bir kederin içine gömüldü yalnızlığım. Hüzün buğusu bir sessizliğim oldu işte sonunda. Hani bir gün poğaça yerken senin boğazına kaçmıştı da öksürmekten gözlerin yaşarmıştı. Kırmızı kazağını ödünç alıp da kirlettiğimde ne çok kavga etmiştik. Bir keresinde haince bir yalan söylemiştim sana. Şimdi o yalan için pişman oluyorum. Ayağım buzda kayıp düştüğümde gülüyorsun diye kızmasaydım keşke. Sonra ayrı yaşamaya başladığımızda daha sık arasaydım seni. Ve keşke hiçbir zaman yalnız kalmak istemeseydim, bir an bile olsa.
            Şimdi o yok. Göğüs kafesimi sıkıştıran, nefes almamı engelleyen, içimde veremli bir fare gibi eşinip duran, bağrımı, yüreğimi yırtan, gittikçe büyüyen bir yokluk bu. Kalbimden beynime fışkıran, kulaklarımı sağır, gözlerimi kör eden yokluk. Ellerim tutmuyor, damarlarım çekildi, kemiklerim sanki camdan bir enkaz, etlerim dövülüyor, ufalanıyorum. Sular altında kalmış bir batık gibiyim. Duygularım buzdan bir kaleydi. Korkuyordum hissetmeye, korkuyordum o boşluk hissinden. Taşımak ve yaşamak istemiyordum yitirmişliği. Beni ürkütüyordu bir şeyleri kaybetmenin fikri. Şimdi o yok. Buzdan kalelerim bir saniyede, içimden gelen ateşle eridi. Beni amansızca sarıverdi. Vücudum kırılmış, parçalanmış, ufalanmış hissetmiyorum. Buz gibi duygularımın arasında yalpalıyorum, yanıyorum…
            Bu; sevdiğim birini kaybetme acısının hayali bir yansıması. Sevdiğim insanların bu dünyayı amansızca terk etmesinden ve böyle bir enkaz olmaktan korkuyorum. Korkmak az geliyor kaygılanıyorum o da olmadı yanıyorum. Şimdi bu manzaranın neresine kimi koyabilirim? O cami avlusu, maden, ciddi insanlar ve yokluğun yürek burkan acısıyla kavrulan kişi kim olabilir? Ben hangi, kalbimi paylaştığım insanı, o tahtadan nefese bürünmüş, avlu ortasındaki maden üzerine yakıştırabilirim? Kime bir daha sarılamamayı, dokunamamayı, kiminle konuşamamayı, bakışamamayı kabullenebilirim? Fikrimde bir şeyin yokluğuna bile alışamazken kimin, hangi, sevdiğimin yokluğuna alışabilirim? Yok oluşunun ardında nasıl ağlayabilirim ve en acısı bunu yüreğime nasıl anlatabilirim?
            Son nefesim bedenimi terk edene dek yokluğunu görmek istemiyorum. Hayatta olman benim için çok önemli ve değerli bunu senin de bilmeni istiyorum. Bu yazı; sensiz yaşamayacak bir insanın varlığını bilesin ve kendine daha iyi bakasın diye yazıldı. Bu yazı; ardında bir enkaz, yaralı bir ruh bırakmanın ne kadar acı verici olduğunu bilesin diye yazıldı. Bu yazı yaktığın her SİGARA’ nın seni yaklaştırdığı son için kaygılanan biri tarafından yazıldı. Kendi varlığımı koruduğum sürece varlığını ve sevgini hissetmek en büyük mutluluğum olacak. Ruhuna ve bedenine iyi bak.                                                                                                                                                Seni önemseyen biri…        
           

Veda


 Ben bilirim bir şehirden yalnızca bavulunu alıp gitmenin ne demek olduğunu. Caddelerini, sokaklarını, evlerini, kaldırım taşlarını sayarak gitmeyi… Üzerinde defalarca kez yürüdüğün yollara, bindiğin otobüslere, girdiğin mağazalara, yemek yediğin lokantalara el sallayarak gitmeyi… Her şeyle ve herkesle vedalaşarak, küskün tek bir çiçek bile bırakmadan geride, ezberleyerek tüm isimleri, bavulunu toplayıp da gitmenin, daha giderken bile özlemenin, özlerken uzaklaşmanın, uzaklaşırken biraz buruk biraz sitemkar da olsa gitmenin ne demek olduğunu bilirim.
                Bilirim, aslında anladığında yanındaki bavulun anlamsızlığını anılarının yanında, gitmenin ne denli zor olduğunu. Zor olduğunu kurulan veda cümlelerinin, anlamsız olduğunu son öpücüklerin. Belki de bu yüzden kaçamak bir veda mektubu bırakılır, en yakınlarının yüzüne çıplak bir efkarla gülümserken. Belki de bu yüzden bir öpüş bu kadar uzatılır adı, tadı ve izi kalsın diye.
                Hafızanı zorladığında, her bir görüntüyü yakalayabilmek için, anlarsın ne kadar çok anıya dönüşen anın olduğunu. Gece geçilen köylerden birinde yanan bir ışık hatırlatır dumanlı geçen geceleri. Bir kır kahvesi yakar sigaranın yaktığı gibi hüzünleri. Serin bir esinti getirir sevdiğinin hayalini ve birde yalın ayaklı serçe, dostlarından bir gülüş taşır kanadında. Hızla akarken gece penceremden tek başına, karda kışta da olsa, yükün omuzlarında geri dönmek istersin. İstersin ki sabaha ‘günaydın’ diyerek, çayını yudumlayarak, taşlarını saydığın kaldırımdan geçerek, mektup bıraktığın arkadaşına giderek ve el salladığın sokaklara bile haykırmak istersin; ‘ben geldim!’ diyerek.
                Pencerenden akarken gece, ham bir çayın kokusu sızlatır içini, yakar ellerini. Üşürsün, sebepsizken. Ellerin titrer sebepsizken. Ve ‘neden?’ dersin, neden bu ayrılık, neden bu gidiş hiçbir sebep yokken?
                Bir şehri terk ederken bir bavul yeter sanıyor insan. Neden sonra anlıyor, hangi yaşanmışlığı sığdırabilirsin bir eşya bavuluna? Yaşanan kaç şey bir eşya boyutunda? Ruhuna iz bırakan şeyler de iz yapar mı katlanınca? Hangi emanetçide bulursun, bavulunu unuttuğunda, yürek yangınlarını? Ve hangi hamalın gücü yeter bir eşyayı taşır gibi sana ait duyguları taşımaya? Hangi taksi bagajına koyabilirsin içinde var olanları? Fermuarını çekip kilit vurduğunda, kalır mı duyguların sen açana kadar? Bir bavul yetmez asla hiçbir yaşanmışlığı taşımaya!
                Gitmek kalana ‘hoşça kal’ demek gibi görünse de, kalanın hoşça kalmayacağını düşünüp üzülmektir çoğu zaman. Gitmek, yeni yerler keşfetmek gibi görünse de keşfettiklerini unutmama çabasıdır. Gitmek, gittiğini fark ettiğin anda başlayan bir yolculuktur. Gitmek dediğin bir bavulla olur biter sandığın ama aklının yüküne kendinden başka taşıyıcı bulamadığın şehirlerarası bir eziyettir. Meziyetse yükünün ağırlığına rağmen görebildiğin kadar çok şehir görmektir… 

Babama Yemek Tarifleri-1 Bezelye


Önce ben bir büyüyeyim de
Babam bile şaşkın hala, yemek pişirebildiğime
Anlatayım sana baba, kızın güzel yemek yapıyor
Ama kolay olmuyor öyle:
Zeytin gözlerimden birkaç damla sızıyor önce
Sonra kıyıyorum ince ince, ince ruhumdan
Düş dünyamın ısınmış tenceresine koyuyorum
Pembeleşsin diye karıştırıyorum tahta oyuncağımla
Kaynaşıyorlar hemen, aşinalar birbirlerine
Yanmadan bu güzel hadise
Eklenmeli kırmızı renkli hevesler
Heves dediğin ölçüsünde olmalı
Ekşitmemeli ince ruhlu düşleri
Alışmalı, kaynaşmalı bu üçlü
Tahta oyuncağım yardıma yetişmeli
Böyle kalsın istiyorum düş tenceremin içi
Ama yenmiyor, kekremsi
Yalnızlığın tadı buruyor dilimi
Sesler yükseliyor içimden; ruhum, heveslerim ve tencerem
‘Kalabalıklaş’ diyor…
Top top yeşil olanı çoğalt tenceremi
Yapayalnız duran asil turuncu, koy asaletini
Kabuğundan çıkıp parçalıyor kendini sarı gelin
Oyuncağım yardım et, karıştırmak ne zormuş herkesi…
Ufak duruşlu, keskin kokulu beyaz
Rengin kadar narin, duruşun kadar zarif değilsin
Anladım
Konuşmasan da yayılıyor içindekiler
Aş kendini, sen de gel
Gittikçe kalabalıklaşıyor tencerem
Yavaş yavaş incitiyor, zedeliyor
İnce kıyım ruhumu, kalın doğrama kalabalıklar
Çaresiz ısınıyor beden
Sessiz izliyor ruh
Daha fazla incinip lezzetini kaybetmeden
İmdada yetişmeli birileri
Öyle ki;
Herkes bir arada olacak, tencere kaynayacak
Yanmadan, yapışmadan
Bir lezzet diğerinin önüne çıkmadan
Sertler, yumuşakları ezmeden
Rengini, kokusunu kaybetmeden kimse
Düş dünyamı kalabalıklaştırırken beni yalnız bırakmadan
Heveslerimi alıp götürmeden, bir arada tutacak…
Birini tanıyorum bunu yapacak!
Hemen ekliyorum koca bir bardak
Sesler azalıyor birden, sakinleşiyor tencerem
Hoş geldin aramıza sabır…
Hayatın tuzu biberi deniliyor sizin için
Birer tutam ekliyorum acıdan, sancıdan, kavgadan…
Tadına bakmıyorum hiç, yanmasın istiyorum dilim
Kapağını kapatsam da düş dünyamın
Bir yanım hep çocuk kalsın…
Pişmiş ruhumun, heveslerimin, sabrımın üstüne
İki dal teze serinlik konduruyorum
Bir yanım hep taze
Hep yeşil
Hep ferah kalsın diye…
Babam beni hep minik kızı olarak sevsin diye…

Ağustos


Tanrısal bir dokunuşun yeryüzündeki işaretisin sen
Teninden cennet kokar
Serin ırmaklar akar gözlerinden.
Isırılmaya hazır elma kırmızısı dudakların var
İnsanı günaha davet eden…
Ve bir yaz gecesinde
Gökyüzünden çalınmışa benzeyen saçların
Yıldızlar akar ellerime tuttukça her bir telinden…
Yaşanılası iklimleri anlatır
Ellerinin sıcaklığı,
Dokunduğun yerlere bahar gelir
Çiçek çiçek açarım değip de geçtiğin yerlerden.
Tenimin coğrafyasında
Süzüldükçe gözlerin yeşeririm
Cennetinden getirilmiş kokulara bezenirim,
Sana öykünürüm
Güzelliğinden dem vurur bütün söylentilerim.
Yaşamak…
Yaşamak meleğimsi gölgeliklerinle serinlettiğin mevsimlerde,
Yaşamak sana bahşedilmiş kocaman yüreğinin derinliklerinde,
Yaşamak ellerinin uzanabildiği herhangi bir yerde,
Ve yaşamak kollarının enginliğinde,
Bir gün öleceğimi bilsem bile.
                                                           1-2/08/2005