19 Temmuz 2012 Perşembe

Sonsuz



Hiçbir şey konuşmak istemiyor oluşumun orta yerinde öylece bakınıyordum etrafa. Neyse ki acımı yaşamak ve sindirmek için yeterince zamanım var. Çünkü acı çekmem gereken zamanlarda mutluluk oyunu oynamaktan nefret ediyorum. Ortada çekilmeye değer bir acı varsa dibine kadar çekip doldurmalıyım içime. Ruhumla, bedenimle ve tüm organlarımla hissetmeliyim. Üzerini örtmek, gereksiz saçmalıklarla kendimi hafifletmek, dikkatimi başka yerlere odaklamak, hiçbir şey yokmuş gibi davranmak yaşayacağım süreci uzatmaktan başka bir işe yaramaz. Benim acım, içime doldurmadığım sürece bitmez.
Oysa çekecek bir acım yokken de suskun suskun etrafıma bakınıyordum. Yaşadığım bu ıssız yerde, yapabileceklerimin sınırlarımı çizdiği sakin yaşantımda konuşmak lüks sayılabilirdi. İçsel bir söyleşinin davetsiz misafiri olmak nasıldır bilirim bu yüzden. Aradaki tek fark yüreğimdeki ağırlık… Hepsi bu.
Hani insanın uyanmak istemediği sabahlar vardır. Hele de benim gibi iki odalı, tek katlı, denizin iskeleye bağlandığı noktanın sağ çaprazında ve bu nedenle yirmi dört saat deniz kokan, kasabanın tüm hareket ve gerçeklerine sırt çevirmiş, her sabah kapısını engin denizlere açan bir kulübede, balıkçı eskisi babamla yaşıyorken. Yine böyle uyanmak istemediğim karanlık bir gecenin, karanlık, bulutlu sabahında bulmuştum; annemin bizi terk ettiğini yazan, nemden yumuşamış ve iyot kokan mektubunu. Akıllı kadındı annem, kaçmak için babamın on günlük balık avına çıktığı ilk geceyi tercih etmişti. On yaşındaki bir kız çocuğunun dokuz gün boyunca bu ıssız grilikte tek başına ne yapacağını hiç hesap etmeden. Elimde mektup, başımda dönen duvarların arasında, ayakta kalmaya çalışışımı hiç unutmadım. Bir de babamın eve dönüp de elimdeki mektubu okuduğu anı. Sanırdım ki hayatımın yegane önemli olayı bu ikisi; annemin evi terke ettiği gün ve babamın bunu öğrendiği gün. Tahmin edemezdim; uyanmak istemediğim her sabahta yüreğime kazınacak bir yara olduğunu. Tahmin edemediğim için uyandım o karanlık sabaha da…
Daha önce hiç bu kadar kalabalık görmemiştim denizi. Onlarca balıkçı teknesi vardı. O yıl her zamankinin aksine, balık sürüleri istikametini değiştirmiş ve bizim kıyılarımıza yakın bir yön seçmişti. Bunun doğal sonucu olarak balıkçılar buralara gelmişti. Uzaklardan; evini, çocuğunu, sevdiklerini geri döndüğünde bulamam ihtimalini göze alarak gelmişlerdi. Çünkü her balıkçı bilirdi; uzun ayrılıkların daha da uzun yalnızlıklar getirme ihtimali olduğunu.
İçim sıkıldığı için yürümüştüm iskelenin ucuna. Her zaman yaptığım gibi ufuk çizgisine doğru dalıp gitmek istiyordum. Ama bugün ve önümüzdeki günlerde bu mümkün olmayacaktı. Bende teknelere doğru daldım; irili, ufaklı sakin duruşlu teknelere… İşte o dalışımda çıkartmıştım, bir midyeyi ve içindeki siyah inciyi.
Kıyıya diğerlerinden çok daha yakında duran teknenin güvertesinde, yılın sekiz ayını denizde geçiriyor olmanın tenine verdiği esmerliği cömertçe sergileyen bir adam vardı. Bulut kümelerinin arasından sızan ışık huzmelerini emmek istercesine dolaşıyordu teknenin içinde. Üzerine yapışan gözlerimin farkına varamayacak kadar önemli işler peşinde olmalıydı. Oysa ben onun; gövdesine hafif bir çıkıntı yapmış göbeğini, şortunun altında salınan bacaklarındaki adaleyi ve hatta birkaç gündür tıraş olmadığını gösteren yüzündeki kirli sakalın bile ayırtına varacak kadar uzun süredir izliyordum.
Gözümde o dayanılmaz esmerliğin hayaliyle kulübeye döndüğümde babam, balık pazarına çıkmıştı. Annem bizi terk ettiğinden beri babamın aldığı en uzun mesafe buydu; sahilin hemen üzerindeki taze balıkların satıldığı hal. Artık balık avlamak yerine tartıp satmayı tercih etmişti. Ayağı her an karaya bassın istiyordu, denizlerin enginliği korkutur olmuştu yaşlı kalbini. Bense o gün, her günkü yalnızlığımdan farklı olarak uzandım yatağıma. Zihnime kaydettiğim her anı daha da ayrıntılı düşünmek için yanıp tutuşuyordum. Minik karelere böldüğüm görüntülerin her birini defalarca gözlerimden geçiriyor ve bundan inanılmaz bir zevk alıyordum. Kimi zaman kalbim hızlanırken kimi zaman bütün tüylerim ayaklanıyordu. İstemsiz bir kasılma yaşıyordu vücudum. Bu sarhoşluğun etkisiyle akşama kadar kıvrandım yatağımda. Ne babamın eve gelişi ne de yemek hazırlama mecburiyeti kaldırıyordu beni bu düşten. Babam bildik hareketlerle kurdu rakı sofrasını, benimse açlık umurumda değildi. Tek istediğim, onu yeniden görünceye kadar hayaliyle yaşamaktı.
Ertesi sabah yine karanlık bir güne uyandım. Bu sefer bulutlardan değil, güneşin doğuşunu sabredemediğimden. İskelede oturup beklemek istiyordum, hakkında hiçbir şey bilmediğim o adamın güverteye çıkışını. Aynı yerde demirliydi tekne, uzun sürecekse de beklemeye değerdi. Her denizin martısı vardır, karabatakları, balıkçılları. Onlar da payına düşenleri almak için gelirlerdi aydınlıkla birlikte, üzerinde rahatça durabildikleri sonsuz su birikintisine. Martıların çığlığı mı yoksa balıkçılların çırpınışı mı beni kendime getirdi bilmiyorum? Hava aydınlanmıştı. Gece geç saatte avdan dönen tüm tekneler gibi onunkinde de hareket yoktu. Dün gördüklerimi bugünün üzerine yapıştırıp yaşamaya devam ettim. Bu böyle ne kadar sürdü ayırtına varamadıysam da, yanık tenli omuzları üzerinde tuttuğu dik başını kamaradan güverteye çıkarttığını gördüğümde heyecanım kat be kat arttı. Yaptığı her hareketi ezberlercesine kazıyordum beynime. Uzun ve enli gövdesinin bacaklarıyla birleştiği yerde taşıdığı kırmızı şortuyla kendini serdiğinde ıslak zeminli güvertenin burnuna, beni de anlamsız bir ateş sardı. Onu izlerken durmuştu dünya. Hayaller ülkesinin derinliklerinden gelen bir görüntü gibiydi uzakta olanlar. Zamansızlığın içinde sürüklenip duruyordu duygularım. Yaşadıklarıma anlam veremeyecek kadar kendime uzaktaydım. Bir yabancıya sergilenen samimiyetsizlikle ve mesafeyle duruyordum hep kendime karşı. Hiçbir zaman içimden bakamadım dünyaya, başka bir dünyadan hem kendime hem de herkesin yaşadığı o yere bakıyordum. Ama şu an ilk defa kendi bedenimdeydi ruhum boşlukta gezinmek yerine, kendi içimden bakıyordum karşımdaki adama. Kendi gözlerimle kendi bedenime baktım belki de hayatımda ilk defa. Fark edilmek için, farkına varmam gereken ne çok ayrıntı olduğunu fark ettim. İki dünya arasında geçiş yapmış biri gibiydim. Oturduğum yerden kalkıp eve fırlamamın hiçbir anlamı yoktu, soyunarak aynanın karşısına geçişiminde. Ruhumla bedeninim birleştiği o gün kendimle göz göze geldim ilk defa. İri ve kahverengiydiler. Kumral tenime çizilmiş yüzümde burnumun sol tarafına nokta misali koyulmuş açık renkte bir ben vardı. Uzun kumral saçlarım belime dökülüyordu. İçeri çekilmiş göbeğimin üzerinde lambayı andıran ufak göğüslerim ve altında fazla şekilli olmayan dolgun bacaklarım. Bacaklarımla sırtımın tam ortasındaysa kalçam izliyordu. Uzun uzun seyrettim kendimi; sağdan, soldan, önden, arkadan… Kendimi kendi içimden izlemek keyif veriyordu ve aynı zamanda kara yağız balıkçıyı düşünmekte…
Şu hayatta tadına çok az bakabildiğim duyguların arasında bu günkü gibi bir duygu yoktu, bu günkü ve dünkü gibi. Aklımı işgal etmiş olan bu adamın yüreğimi de ele geçirdiği, güneşin her sabah yeniden doğuşu kadar gerçekti. O’nu düşündüğüm anlarda içimin çekilmesi, kalbimin hızlanması, zaman kavramının yok olması ve yüzüme anlamsız bir sırıtıklığın yerleşmesi, bu gerçekliği doğrulamak için yeterliydi. Evet bu adama aşık olmuştum. Tamam, ne adı ne sanı ne kim olduğu ve nereden geldiği hakkında hiçbir fikrim yoktu ama aşıktım. Zaten aşık olmak için bunların hiçbirini bilmeye gerek yoktu. Çünkü bu aşktı, sevgi değil. Birini sevmek için milyonlarca nedene ihtiyacı olabilir insanın ama aşk için değil. Aşk; bu dünyanın ve zamanın dışında, gerçeklikten uzak ve hatta hayal dünyasının içinde var olmaktır. Aşk insanın gözüne indirdiği perdeyle bir maymundan prens bile yaratabilir. Oysa sevmek, olanı olduğu gibi kabul etmektir. Şu saatte, nerede olduğunu sorgulayabilmektir. Yani gerçekliğin ta kendisidir.
Aynanın karşısında kaldığım süre içerisinde bir insanın gözlerini yakından görebilmek için, yine bir insanın nelerini verebileceğini anladım. Uzaktan da olsa gözlerimin, o yakıcı iklimlerden gelmişe benzeyen kara yağız balıkçının gözleriyle çarpışmasını şiddetle istiyordum. Aklımda hep bal rengi bir çift göz vardı. Gözlerimin içine bakarken, içinde kaybolduğum bal rengi bir çift göz… Nedense bu adama en çok yakışacak renk buymuş gibi, neredeyse el açıp tanrıya dua edecektim; bakmak için çıldırdığım o gözler bal rengi olsun diye.
Hayal dünyasının gerçeklerden çok daha fazla mutluluk verdiği fikriyle giyindim ve yatağıma gittim. Yapmak istediğim tek şey sabaha kadar onu düşünmekti. Varlığımın hayata bir şeyler katmadığını bildiğim için düş dünyasında olmamın kimse için bir eksiklik yaratmayacağını da biliyordum. Zira babam bu fikrimi doğrularcasına sessiz ve yavaş hareketlerle olağan gelişlerinden birini yaptı. Etrafında kendinden başka kimse yokmuşçasına, kendi karanlığına gömüldü.
Gerçekler insanın yanı başında dururken, onları alıp yeniden şekillendirmek, olduğu gibi yaşamaktan çok daha güzel. Eğer öyle olmasaydı, bütün gün onu izleyebilecekken erkenden yatıp hayallere dalmayı tercih etmezdim. Bir yandan kendimi keşfedişimin heyecanı bir yandan gözlerinin ela olmasının gerçek olduğunu düşünmenin heyecanı, karnıma ağrılar sokuyordu. Karnımdan girip kasıklarıma ilerleyen oradan bacaklarıma dağılan sıcacık bir ağrı. Yarı uykuda yarı hayalde ama bol sancılı bir gece sabaha kavuşuyordu. Bu gün çok uzun zamandır yapmadığım bir şeyi yapmaya karar vermiştim; denize girecektim. Belki kendimi fark ettirmek belki ona daha yakından bakabilmek ya da kim bilir belki de ateşler içinde yanan bedenimi serinletmek içindi. Güneş kendini gösterir göstermez çıktım iskeleye, yürüdüm ucuna kadar. Yine orada aynı yerinde duruyordu tekne. Elbisemin düğmelerini yavaş yavaş açarken beni perişan eden o balıkçıda teknenin tırabzanlarından tutunmuş kıyıya doğru bakıyordu. İşte günlerdir beklediğim şey şu an olabilir ve uzaktan da olsa bun adam beni fark edebilirdi. Şu an; içinde olduğumuz ve sürekli akan zaman. İçindeyken gidişini fark edemediğimiz ama geçip gittikten sonra ardından bakakaldığımız an. Burada bunun ayırdında olmak, o anı tutup hiç bırakmama isteğini uyandırıyor insanda. Keşke yaşadığım her saniyenin farında olsam ve sonuna kadar tadına varsam. İnsanın yaşadığının ayırdında olabilmesi için mucizelere ihtiyacı olmasa…
Akan zamanın içinde bir yerlere tutunma güdüsüyle düğmelerimi açmaya devam ederken, uzaktan ne renk olduğunu kestiremediğim, o bir çift gözle çarpıştı gözlerim. Bakışları içimi delip geçecek güçteydi. Sanki saydam bir bibloydu bu manzaradaki her şey ve onun bakışları, gözünü çevirdiği her yeri delip geçiyordu. Şuursuzluğum her saniye biraz daha artarken bütün düğmelerimi açmış denize girmeye hazırdım. Merdivenlerden kendimi yavaşça bıraktım serin sulara. İçinde yüzdüğüm deniz, içinde bulunduğum zaman gibiydi; sürekli deviniyordu. Kilitlenip kalmak istediğim sürenin, o balıkçıyı o trabzanlarda kilitlemeyeceğini biliyordum. Sanki bunu görmek istercesine kafamı sudan çıkartıp baktığımda beni yakan o adamın yerinde koca bir boşluk olduğunu gördüm. Yeniden dalmak için başımı sulara gömecektim. Ama az ileride teknenin yamacındaki sular da oynaşıyordu, dalgalanıyordu. Biraz daha yüzerek yakınlaşacakken suların içinden kirli sakalları, esmer yüzü ve çevik vücuduyla O çıktı. Sıtma tutmuş hastalar gibi dişlerime kadar zangırdamaya başladım o an, içinde bulunduğum mekanı ve anı onunla paylaştığım o müthiş an… Tırnaklarıma kadar morardığımı, vücudumun kaskatı kesildiğini hissedebiliyordum. Yapabildiğim tek şey batmamak için minik çırpınışlardı. Ben kendimi zapt etmeye çalışırken O, o günlerdir düşle gerçeği harmanlayarak içime doldurduğum adam, bir kulaçlık mesafede duruyordu
İşte yine zamandan ve mekandan kopmuştum. Koskoca evren pul olmuş gitmişti. Her yer, her şey sevinçli bir donukluğa kavuşmuştu. Kendi içimden kendi gerçekliğime bakıyordum. O anın içinde kilitlenmiştim. Ne günlerdir yaşadığım hayal dünyası ne gerçekler içinden işe yarayanları bulup çıkarma çabam ne kendimi keşfimin heyecanı… Hepsi bu an içinde etrafa yayılmış, boşlukta duran önemsiz birer görüydü sadece. Durağanlığın içinde etrafa ışık saçan tek şey; kahverenginden elaya doğru tüm tonların oynaştığı o gözlerdi...  
                 
 Bu öykünün finalini yıllardır yazamadım, herkes kendi finalini yazsın ben de okuyayım...

2 Haziran 2012 Cumartesi

Kiraz Zamanı






Musluğu açmadan elime aldığım sabun gibisin
Suyun yokluğunu düşünmüyorum
Her şeyde ölçü var
Kiraz mesela
Bir dalda iki tane…
Yatağa yalnız girmek gibi
Ürperiyorum
Elimde kalıyorsun su akmıyor
Kokulu, kaygan
Bir mendil arıyorum
Elimi neye atsam hüsran
Kimi parça parça uçuyor göklerde
Kimi kan revan içinde yerlerde
Ağırlaşıyor elim, ağırlaşıyor
Üstüme başıma sürüyorum
Yüzüm, gözüm
Sallıyorum, evirip çeviriyorum
Ne bir damla ne bir çaba
Düşmüyorsun
Akıyorsun
Avcumdan parmak aralarıma
Geziyorsun
Çırpınıyorum
Dağılıyorsun
Toparlanamıyorum
Duruyorsun
Yetişemiyorum…
Yarım metre havadan düşmüş gibi yatağa
İrkiliyorum
Çoraplarımı çıkartıyorum
Ki bir kadının hala yatak çorapları varsa
Bedeni yalnız, ruhu çıplak bir kavgada…
Kiraz demişken
Hani bir dalda iki tane
Kırmızı güzeldir
Onu sevecek göz olduğunda
Uyumak güzeldir
Ayaklarında çorap olmadığında
Musluk güzeldir
Elindeki sabunu yıkayacak su akıttığında




18 Nisan 2012 Çarşamba

M.Ö 1. ve 2. Yüz Yılda St. Angelo in Vado'da Bir Şato


Avrupa Birliği Toplantısı için gittiğimiz İtalya'da, turistik bir geziye katılsak göremeyeceğimiz kadar çok ayrıntılarla dolu zaman geçirdik. Roma'dan Ancona'ya, Ancona'dan Fano'ya, Fano'dan St. Angelo in Vado'ya kadar... Vado genelde göçmenlerin yaşadığı çok sakin, yeşil ve tarihi mimarisi neredeyse hiç bozulmamış bir dağ köyü. O kadar sakin bir yer ki eğlence anlayışları da farklı. Bir akşam dolaşmak için çıktığımızda müzik sesi gelen yere doğru giden genç gruplar gördük. Peşlerine takıldık, elektro müzik sesi geliyordu ve oraya gittiğimizde çılgınca eğlenen bir kalabalıkla karşılaşmayı düşünüyorduk. Sesin geldiği mekanda toplanan gençler barkovizyon ekranında, müzik eşliğinde kayan su damlalarını izliyorlardı. Sadece bu kadar :) Biz şaşkınca birbirimize baktık, etrafa baktık evet müzik buradan geliyordu ve mekandaki herkes sinema salonuna gelmiş gibi arka arkaya dizilmiş dev ekrana bakıyordu. Tabiki umduğumuzu bulamadığımızdan geri döndük.
Ertesi gün toplantıdan sonra bizi tarihi bir kalıntıya götüreceklerini söylediler. Gittiğimiz yer köyün merkezinden biraz uzak bir yerdi...
 Kocaman, geniş bir düzlük düşünün. Etrafında evler, yaşam alanları var fakat bu yeşillikli yer öylece bomboş duruyor. Bir kısmının üzeri kapatılmış, tek katlı, odaları olmayan genişçe bir alan gibi görünüyor dışarıdan. Belirlenen yollardan yürüyerek bu kapalı alana giriyoruz.


 Saclardan yapılmış, merdivenle çıkılan yükselti bir balkon, kapalı alanın içinde çıkışa kadar uzanıyor.

Ve inanılmaz tablo yerlerde. Her biri ancak bir kesme şeker boyutunda kesilmiş ve renklendirilmiş mermerlerden, tabanı halı misali örten resimler yapılmış. Birkaç bölüme ayrılmış olan bu alan tahminlere göre bir soylunun evi. Girişte bizi karşılayan gladyatör arenasında, at arabasıyla savaşan insan tasviri bu evin bir soyluya, zengine ait olduğunun kanıtı. Ayrıca bu tasvirin girişte bulunması eve gelen misafirler için, ev sahibinin güçlü biri olduğunu simgeliyor.

Yere bir halı gibi döşenmiş bu taşlar sağa doru gidildiğinde koridora bağlanıyor. Koridorda tıpkı bizim şu an evlerimizde kullandığımız halıların desenlerine benzer desenler var: Ortası baklava, kenarları renkli ve saç örgüsüne benzer motifli.
 Bu koridorun bizi bağladığı diğer odada misafirler ağırlanıyor. 

 Bu yer tasvirinde tercih edilen desen odayı geniş göstermek için dışa doğru açılıyormuş gibi duran üçgenlerden oluşuyor ve bu üçgenlerin ortasında Şarap Tanrısı Dionisos yer alıyor. Günümüz teknolojisiyle bakılınca bu üçgenler bir şey ifade etmeyebilir ama bundan bin yıllarca öncesinde yapılmış, baktıkça büyüyormuş ya da dönüyormuş gibi duran bu desene hayran olmamak mümkün değil. Hayran olunacak diğer bir ayrıntı da bütün taşların aynı boyutlarda kesilmiş olması. Bu odada şarap tanrısı misafirlere verilen değeri ve ikramları temsil ediyor.  Bu mermer taşlı döşemeler soylu ve zengin ailelerin evinde bulunuyor sadece.  Misafirlerin konakladığı odanın yanında ev sahiplerinin kullandığı yatak odası var.
Bu odada kullanılan desenler karelerin içine alınmış; kareler, öyle bir yerleştirilmiş ki ortada bir altıgen, kalan boşluklarda da geometrik şekiller oluşmuş. Tüm bu kare, altıgen ve üçgenleri içine alan kocaman yuvarlağın dışında ise en dıştaki karenin her bir köşesine denk gelecek şekilde, kadın ve erkeği temsil eden şekiller var ve bunlarda birbirine bağlı olarak resmedilmiş. Kase şeklinde olan tasvirler anne rahmini, kaseden daha dolgunca testiye benzeyen tasvirler de erkek doğurganlığını temsil ediyor. Birbirlerine bağlanan desenler kadın ile erkeğin karmaşık dünyasını bu odanın tabanında hayata aktarmış. Biz bu döşemelere yüksekten baktık, alan elbette koruma altında ama aşağı inip ölçme imkanı olsaydı eminim santim bile şaşamayan muhteşem bir matematikle karşılaşacaktık.

Diğer bir oda ise gece kalacak olan konuklar için hazırlanmış. Bence en etkileyici desenler bu odada. Konuklara ev sahibinin ihtişamını sergilemek üzere olağanüstü bir işçilikle döşenmiş. En dışta oluşturulan desenler üç boyutlu, derinlik kazandırılmış geometrik şekiller. Bu geometrik şekillerin içinde başka bir resim başlıyor. Resmin en üstünde yine ev sahibinin gücünü temsilen bir av sahnesi tasvir edilmiş. Onun hemen altında ise irili ufaklı dairelerden, geometrik ve asimetrik şekillerden bir desen oluşturulmuş. Bu şekillerin arasında çeşitli tanrılar resmedilmiş.  Ortadaki karenin içinde ise Batı Roma’nın simgesi olan yılan, balık ve ıstakoz resmedilmiş.. En net yer döşemeleri bu odalarda görülüyor, bin yılların üzerinden geçtiği, yağmurlar, seller ve depremlerin bozamadığı parçalar bunlar.


Bu evin ya da şatonun banyosunda ilginç bir ayrıntı var. Yer döşemeleriyle duvarın birleştiği alanlarda açılan boşluklardan, banyonun altında yanan ateşle ısıtılan suyun buharı yukarıya veriliyor yani bir sauna sistemi oluşturulmuş. Bu arada sudan bahsetmişken evin ortasındaki kare şeklinde havuz ise yağmur sularını biriktirmek için kullanılıyor. Hizmetçiler evin dışında başka bir yapıda kalıyorlar ve ana kapılardan girişleri yasak. Onlar kaldıkları yerlerden mutfağa açılan yollardan mutfağa giriş yapıyorlar. Tabi ki şuan sadece tabanını görebildiğimiz bu yapı kaç katlıydı, kaç kişilik bir ailenin yaşam alanıydı net bir bilgi yok. Zaten bu alan, havadan yapılan tarım arazisi fotoğraflarında keşfediliyor. Çekilen fotoğraflarda farklı bir durum tespit edilince kazı yapılıyor ve yüzeye çok yakın olarak bu alan ortaya çıkıyor. 



 Henüz kazısı yapılmamış bir alan daha mevcut çok hassas çalışılması gerektiğinden kazı çalışmaları biraz vakit alıyormuş.





9 Mart 2012 Cuma

Adam


Adam evden çıktı her zaman yaptığı gibi. Her zaman gittiği yoldan, her zaman gittiği yere, her zamanki gibi ilerlemeye başladı. Her zamanki kıyafetleri vardı üzerinde, eli her zaman koyduğu cebinde… Ve somurtkan ve durgun ve ifadesizdi her zaman olduğu gibi. Her şey hep aynı görünüyorken birden bir şey hissetti adam kendinde. Etrafına bakındı, kimse yoktu durdu dinledi; kulakları sağır eden bir ses değilse de sürekli çoğalan bir sesti. Ne dediği anlaşılmıyordu. Sanki bir yerlerde sıkışmış yahut göçük altında kalmışçasına derinden bir sesti. Ne gariptir ki bu kadar uğultunun arasında sitemkar bir tonda olduğu anlaşılıyordu, ah bir de kimden ya da nerden geldiği anlaşılabilseydi! Bilmiyordu, bazen anlamanın, anlayabilmenin ne denli zor olduğunu; çünkü bu çok seyrek yaptığı bir şeydi.
Etrafına bakınarak tam bir dakikadır aynı yerde durduğunu fark edince şaşırdı. Her zaman yaptığı bir şey değildi yolun ortasında durmak. Durmaktan ziyade; duymaya ve anlamaya çalışmak. Tedirgin oldu. Günün ilk saatleri için çok şey yaşamıştı; duydu, anlamaya çalıştı ve şaşırdı… Tekrar yürümeye başladı, bir süre sonra uzaklaşırdı nasıl olsa o sesten. Devam etti ne hızlı ne de yavaş olan adımlarını atmaya. Garipti, sanki o sandığın içinden haykıran ses ensesinde üfürüp duruyordu. Uzaklaşmak için hızlandığı her bir adımda sanki daha çok duyuyordu. Tekrar durup dinlemeye niyeti yoktu. Yeterdi bu kadar tedirginlik bugün için.
Ensesindeki sesle birlikte vardı, her gün sekiz-on yedi mesaisi yaptığı iş yerine. Oda arkadaşları küçük bir şaşkınlık ifadesiyle süzdü adamı. Bütün bakışların üzerinde olması rahatsız etmişti onu, anlamışlar mıydı bir dakika geç kaldığını yoksa onlarda mı duyuyordu bu uğultuya benzeyen yakarışları? Odadaki diğer insanlar için ‘arkadaş’ kelimesini kullanmak ne denli doğru olur kendisi de bilmiyordu. Her sabah bir ‘günaydın’ ı bile çok görerek yerine geçip, her akşam yine aynı kabalıktaki sessizlikle ayrılıyordu yerinden. Odadaki insanlar da alışmıştı bu dingin ve kaba sessizliğe. Öyle ki bir gün olur da ‘günaydın, iyi akşamlar, afiyet olsun’ gibi selamlaşma ya da nezaket belirten, işle ilgili konuşmalar dışında olan, bir kelime çıksa adamın ağzından herkes küçük dilini yutmaya hazırdı.
Odadaki insanlar, evdeki insanlar yani yakınında olan hemen herkes alışmıştı bu duruma. Alışmak zorundaydılar. İyi bir cimrinin tasarruf sanarak kıstığı gereklerini kısar gibi kısıyordu cümlelerini. Kelimelerden tasarruf ederek yaşıyordu. Kelimeden tasarruf iyi bir şeydi. Çünkü kelimeler dolayısıyla cümleler hayatın gerekleriydi. Onlar olmadan yaşamak, konuşmak, düşünmek, yemek yemek ve hatta yürümek bile zor çoğu zaman imkansızdı. Az kelime kısa cümle; kısa cümleyse daha az emek sarfiyatıydı. Böyle yaşayınca ne düşünüp tartmaya ne etrafındakileri algılamaya ne başkalarını anlamaya ne de bir şeyleri yargılamaya gerek vardı. Etliye sütlüye karışmadan kendi ekseni etrafında döndüğünü sandığı hayatını bitirmeye bakıyordu tez elden. Dönen bir şey yoktu aslında, eksen yoktu çünkü. Kendi etrafında bile genişliğe sahip olamamış biriydi o. Öyle bir adamdı, doğduğu için yaşayan, yaşamak için yiyen, adının bile ağırlığı olmayan bir adam.
Önünde duran kağıt yığınına elini attı hızla. Kaydedilmesi gereken evraklardı bunlar, her gün ki işi yani. Allahtan geveze birine vermemişlerdi bu görevi. Yoksa bütün gün çene çalmaktan evrak kaydedemez, nihayetinde de biriken evraklar içinden çıkılmaz bir hal alırdı. İçinden çıkılması zor durumları, sorunları, üzerine düşünülmesi gereken şeyleri oldu olası sevmezdi. Çocukluğundan bu yana ivmesi ve yönü değişmeyen bir hayat içinde var olmuştu. Bu nedenle dümdüz bir adamdı. Hiçbir girinti ve çıkıntıya tahammülü yoktu. Kıyafetleri dahi tek renkti, karışıklığı sevmezdi. İşte bu yüzden; yani evraklar birikmesin diye çıkıntı oluşturmasınlar, sorun yaratmasınlar diye onları kaydetmeyi seviyordu. Zaten şu hayatta sevdiği pek az şey vardı. Sevdiği şeylerde hiç değişmediği için, sürekli aynı şeylere karşı aynı duyguları hissettiğinden, bu duygunun – sevginin – nasıl bir şey olduğunu çoktan unutmuştu. Unuttuğunu da unutmuştu işin kötü yanı…
Neden sonra fark etti; ensesindeki sesin hafiflediğini. Bir an kalemi bırakıp kulak kabarttı. Evet, yanılmamıştı o haykıran ses hızını kesmişti sanki. Umursamadı, geçeceğini biliyordu. Kalemine ve evraklarına dönmüştü ki derinlerden bir çığlık yankılandı. Aralarında yok denecek kadar az mesafe olan iki dağın arasında bağırılsa bu denli güçlü bir yankısı olamazdı. Göz ucuyla etrafı süzdü, herkes işiyle meşguldü. O derin boşluğun oluştuğu saniyelerde sağır olduğunu düşündü. Tam olarak düşünemedi, aklından geçirirken o ses yine derinlerden yakarmaya başladı. Neye kulak vereceğine karar veremiyordu. Her şey iç içe geçmişti. Sesin azaldığını sanırken yankılanması, yankının ardındaki sessizliğin içinden çıkan uğultu, uğultuya aldırmamaya çalışıp bir şeyleri aklından geçirmeye çalışması… Düşünmeye çalıştığı neydi peki? Bu karışıklıkta ne düşünebilirdi ki? Düşünerek bu sesi kesebilir miydi? Tüm bu gürültüye rağmen evraklarına döndü. Zor bir durumdu ama işini yapacaktı, her zamanki kararlılığıyla.
Yaptı. Akşama kadar, duyduğu her türlü sese ve rahatsızlığa rağmen işini yaptı. Mesai bitimine dakikalar kalmıştı. Bugün de bitiyordu işte. Tek yapılması gereken ertesi güne ulaşmak için beklemekti. Onun için gün işyerinde geçirdiği saatlerle sınırlıydı. O saatler bitince günde bitiyordu. Dış dünyayla hemen hemen tek ilişkisi buydu çünkü. Farkında değildi; her gün ardında boşa geçip giden saatleri bıraktığının, bıraktığı bu saatlerin toplamının adının; hayat ya da ömür olduğunun. Tüm dünyasal zevklerden arınmış, yalıtılmış bir yaşam sürüyordu. Günden kar ediyordu uyuyarak. Uyumak kısaltıyordu zamanı ve yaklaştırıyordu sonunu.
Kalktı sandalyesinde, kapıya yöneldi, çıktı. Adımları seyrekleşti. Anlamak istediğinden emindi artık, gittikçe zorlaşan bu durumu. Soru sormayı sevmezdi. Zaten fark etmeden sordu kendi kendine: ‘Kimdi, neydi, ne diyordu, ne istiyordu bu ses?’. Bir seferde yanıtlanması zor sorular sıralanıvermişti. Kendine bile sezdirmeden düşünmeye başladı adımlarını izlerken. Ya susmalıydı bu yakarış ya da anlatmalıydı kendini. Ne güzel olurdu anlatsa, açıklasa kendini ve çekip gitseydi. Maalesef. Hayat ona, ömrünün en zor görevlerinden birini vermişti bile. En son ne zaman zor bir durumla karşılaşmıştı, ne zaman bir handikap içinde kalmıştı? Hatırlamıyordu. Hatırlasa faydası olurdu belki bu durumu çözmek için. Onun bugüne kadar çözmesi gereken düğümlü bir ipi bile o kadar az olmuştu ki…
Neredeyse etrafını görmesini engelleyecekti. Sabretmek zorlaşıyordu. Yoksa zor olan mı sabretmekti? İki elini iki kulağının üzerine sıkıca bastırdı. Bastırdıkça güçlendi ses, güçlendi, güçlendi…  Sıradan bir insanın algı dünyasını hiçe sayarak yükseliyordu.  Kafasını göğsüne doğru yaklaştırdı. Gittikçe gücü tükeniyor, her saniye kaldırıma biraz daha yaklaşıyordu. Başı ellerinin ve bacaklarının arasında yere çömelmiş, kaldırımla burun buruna gelmişti. Yoksa her gün bir uyku boyu yaklaştığı sonu gelmiş miydi? Gözünün aralık kalan kısmından gördü,  kaldırım taşları arasından salık veren minik papatyayı. İşte o an hayatında aralık kalmış fakat hiçbir zaman için itelenmemiş ne kadar kapı varsa ki sayısı çok azdı, bir bir geldi gözünün önüne. Kapılar itelenmedi ama papatya koparıldı yerinden, kokar diye belki. Küçük bir ihtimal de olsa vardı. Burnunun ta içine çekercesine kokladı onu…
Çiçekli entariler içinde uçuşan o zayıf beden. Her gün elinde poşetiyle geçerken mahalleden ve nereye gittiği asla bilinmeyen, al dudaklı, al yanaklı, siyah saçlı o dilber… Tek zenginliği gülücükleri olmalıydı ki dağıtırdı ziyan etmeden. İnsana umut veren, ummayı güzel bir bekleyiş haline getiren, bir dahaki gülücüğü görene dek elindekiyle idare etmeyi öğreten, esin veren sıcak bir esinti gibi esen, çalacağı her kapıyı aralatmakla kalmayıp ardına kadar açtırabilecek güçteki gülücükler… Onun geçtiği yerleri anlamak, tahmin etmek ne zevk veren bir uğraştı. Çiçeksi kokusunu geçtiği her bir köşeye sindirircesine bırakırdı. Belki o yüzden; sıcacık gülücüğünü daha da anlamlı hale getiren o güzelim kokusu yüzünden, onun ardından dönerek tüm köşeleri gitmişti peşinden, küçük bir çocukken. Aralı kalmıştı onun ardından bahçe kapısı. Girmeye cesareti yoksa da bakmaya vardı. Gizem dolu bu güzelliği görebilmek için uzanmıştı kafası içeriye, bedeni dışarıdayken. Ayak seslerini duyamayacak kadar uzakta olsa da her kıpırtıya içi kalkıyordu. Her seferinde evin kapısı açılacak ve hülyalı gözler ona bakacak sanıyordu. Olmadı. Hava çoktan kararmıştı. Bahçe kapısını kapatmaya bile çıkmamıştı. Çocuk yüreği olmayacak hayallere tutunmuştu bu aralık kapıda.
Her gün sabah erkenden gelip hava kararıncaya dek bekledi, yaşıtları misket oynarken o. Heyecanla beklenen her dakika, işkence oldu. Zamanlardır hiç iz yoktu ona ait. Ne gülüşü ne kokusu ne de uçuşan etekleri uğramıştı mahalleye. Artık kaldırımda oturarak bakıyordu bahçe kapısından, solan çiçeklere. Başka çaresi olsaydı keşke. Çiçeklere su veren olsaydı da mesela solmasalardı.
Bir gün yine kaldırımdan izlemeye giderken kendi iç dünyasını, taşların arasında gördüğü papatyayı kopardı. İçinden bir ses ‘bugün gelecek’ diyordu. Gelirse eğer ona verecekti, kendi kokusunu. Garip bir duyguyla döndü köşeyi; kalabalık vardı, gürültülü bir kalabalık. Aralık kapı açılmış, içeriden battaniyeye sarılı narin bir beden çıkıyordu. ‘İntihar etmiş, ölmüş zavallı!’ diyorlardı. Siyah bir arabaya koydular onu ve nicedir aralı duran kapısını kapadılar. Yere düşen papatya, toz bulutu ve sonrası yok!
Bu, hayatında yüzüne kapanan ilk kapıydı, ne yazık ki son olmayacaktı. Sonraları daha sağlamları daha sağlamca çarpıldı yüzüne, yaralı yüreğine de… Yere düşen papatyanın üzerinden geçerek gitmişti o. Onun için kopardığı toprağından, suyundan, ona sunmak için ayırdığı papatyayı ezerek, hiçe sayarak ve üstelik bir daha dönmemecisine gitmişti… Yaşadığı ağır travmanın farkında değilse de bir şeyleri yitirdiğinin farkındaydı. Bu farkındalık zor günlerin başlangıcıydı.
Diğer kapıların kapandığını da görüyor olmak yarasını derinleştirmeye yetiyordu. Önce en yakınındakiler; annesi, babası, kardeşleri sonra uzağındakiler; arkadaşları, öğretmenleri, bilyeleri ve hatta sokaktaki kediler bile hızla kapatıyordu bir şeyleri. Aslında çarpılan yalnızca kendi kapılarıydı. Bir daha hiç açılmamacasına sevinçlerini, umutlarını, beklentilerini, hayallerini, üzüntülerini, kanayan yarasının kabuklarını, güzeli anlatan çiçekleri, uçuşan etekleri, masum gülüşleri hatta o anın içinde yaşadığı her duyguyu kilitlemişti, kendinden başka hiçbir çilingirin açamayacağı kaplar ardına. Sonra kilit altına aldığı onlarca parçası hiç yokmuşçasına yaşadı. Unutmak; etkisi kısa süren bir uyuşturucu gibiydi. Onun için sık sık almalı, her alışında damarlarında hissetmeliydi. Unutarak yaşamayı yaşam biçimine dönüştürdü. Gördüğü her olayı, her kişiyi, her yeni bilgiyi ve her anı siliyordu belleğinden. Unutamamaktan ve acıdan korktuğu için.
Ama bugün sanki yıllar önce düşürdüğü o papatyayı yeniden bulmuştu ve dolayısıyla kaybettiği her şeyi. Bir koku, küçük bir tat; kendini zihninin kıvrımlarında dolaştırmasına yetti. Rastladığı görüntülere o kadar şaşırdı ki… İnandığı, inanmadığı, acıtan, sancıtan, kusturan, susturan ne varsa hepsinin anahtar deliğinden ışık hızıyla geçti. Gözlerini kamaştıran ışıkların zihninde hala yanıyor olması sevindirdi onu. Yıllar önce yüreğini ezip geçen o güzelin; hayallerini, çocukluğunu daha da acısı kendini kendinden nasıl alıp götürdüğünü gördü. Hayata gözlerini ilk kez açıyormuşçasına kocaman oldu gözleri. Ana rahminden sonra dünyada aldığı ilk nefesmişçesine derinine çekti havayı. Bugün bu papatyayı birilerine verme zamanı gelmişti. Kaybettiği yılları ve kaybettiği kendini geri getirmeyecekti ama önünde uzun yıllar vardı yeni bir ben yaratmak için. Papatyayı kendine armağan etti. Doğruldu yerinden ve içinde haykıran o sese hem kulak hem de hak verdi; ‘ Her şeye yeniden başlamak için bu andan tezi yok!

Aşkla


  Aşkla başlamıştık, aşıktık. Uzaktaydık ama uzanıyorduk birbirimize. Bağlıydık, yürekten. İlk günden, İlk   andan tutkuluyduk, yanıyorduk.
 
         Acıyordu yalnızken içimiz ama yalnızdık. Günler, geceler boyu ruhumuzda iki kişiyi taşıyorken bedenlerimizde bir'dik. Biz'dik her zaman. Ağırdık, tek bir beden olup çoğul bir yalnızlığı taşıyorduk. Taşıyorduk içimizden gelen seslerle, herkes biliyordu, özlüyorduk. Anlıyordu herkes görünmeyen bağlarımızın ne çok anlatılır ne çokta anlatılmaz anlam taşıdığını.
 
       Yumuyorduk gözlerimizi, açılıyordu aydınlığımız. Uzaktan gelen nefes alışlarımız, nefes verişlerimiz sadece içimizden çıkan seslerimiz... Yetiyordu, yetiniyorduk. Seviyorduk. Birbirimizi de, geceleri dolduran nefeslerimizi de. Sayıyorduk günleri, geceleri. Birbiri ardına geçen nicesinden sonra vardı, bir yerlerde sarılabilme müjdesi. Bekliyorduk her uyanışta, ne zaman geleceğini bilmediğimiz müjdeli günleri.
 
      Bir bizli bir bizsiz geçiyordu günler. Aşıktık. Bekliyorduk. Aşkın yarısı mı beklemekti, tamamı mı? Belki de hiçbiri? Biz aşkı beklemiyorduk ki. Zaten aşıktık. Beklediğimiz sadece birbirimizdi. Tuhaftı, bu kadar ağırdı beden, bu kadar ağırdı ruh ama değerdi. Değerliydi kavuşma anı, değerdi...
 
      Yolun başındaydık, yarıladık. Neye göre yarımdı? Yarım mıydık hala? Yaramaz mıydık bir aşka? Yoksa yarıda mıyız hala? 
   
      Kalabalıklaşmasın istiyordum ruhun, bedenin. Bana ait olan, bana ait kalmalıydı.
 
      Kalabalıklaşmasın istiyordum ruhum, bedenim. Sana ait olan, sana ait kalmalıydı.
 
      Yarısı ya da tamamı… Durduğumuz yer güzeldi, güzel kalmalıydı. Aşk büyülüyordu geçtiği her yeri. Büyüsü bozulmamalıydı. Kavuşmalar sevinç, ayrılıklar gözyaşı, hüzünler hüzün, sevinçler sevinç kalmalıydı. Zaman hiçbirine dokunmamalıydı. Sen giderken yine beni götürmeliydin, ben ardından gözyaşı dökmeliydim.
 
      Neresinde olursak olalım, aşkla başlamıştık, aşıktık. Özlemler yerini başka şeylere bırakmamalıydı. Sarılmalar, özleyişler hep aynı sıcaklığında kalmalıydı. Kokunun burnunda, burnumda, tütüşü kalmalıydı. Kalmalıydık yüreğimizin hep aynı en kuytu, gizli köşesinde.
 
     Gözlerimizin gördüğü kadar biz, beden olmalıydık. Doyulmaz, doyumu olmaz tat tenimizde yaşamalıydı. Dokunuşlar her bir zerrede elimizi yakmalıydı. Hasret ki o, yanımda yattığında bile dinmemeliydi.
 
     Biz, biz'dik. Bir'dik. Birbirimiz içindik. Hayata tutunmak aşk içindi. Bekleyişler, uğraşlar ve gözyaşları kavuşmalar içindi. Yan yanayken özlem, hasretleri pekiştirmek içindi. Aşk içindi!
 
     İçimizdeki her zerre, her ağırlık, her hafiflik aşk içindi!
 
     İçimizdeydi tutkumuz, tutkumuza bağlı her bir yanlışımız, doğrumuz!
 
     Yanlışlarımız aşkımız içinse doğru, kendimiz içinse yanlıştı.
 
     Doğrularımız kendimiz içinse yanlış, aşkımız içinse doğruydu.
 
    İçimize doğru, doğruyduk, aşkla başlamıştık, aşıktık... 

 

CAMİ-MADEN-NEFES


Bir cami avlusu; ihtişamlı iki minare arasında bir çeşme, çeşmenin etrafında insanlar bekleşiyorlar. Yıllanmış kavak ağacı dallarından başka bir de uğultu var. Trafikte arabalar, kornaları, insanlar, satıcılar, kuşlar ve hatta karıncalar da uğultunun göbeğinde şaşkın.
            Düşünüyorum da bugüne kadar ne çok mermer gördüm. Hakikisi, yapayı, düzü, desenlisi, leke yapmayanı… Bir ara o madenin çıkarıldığı şehirde bile yaşadım. Sanılanın aksine oradaki caddelerde, sokaklarda ve yapılarda mermerin ağırlığı hissedilmez. O denli ki ‘geçiyordum da uğradım’ havası bile yoktur. Oysa şimdi bu uğultunun orta yerinde bizzat buraya gelmek için yola çıkmış yüksek, uzun ve soğuk bir mermer var. Leke yapıp yapmadığını bilmiyorum.
            Elleri göbek hizasında birleştirilmiş, etrafına şaşkınca bakınan insanlar var. Şaşkın, meraklı, hüzünlü, buğulu… Kimin ne hissettiğini bilemiyorum. Yaşamımda pek çok insan tanıdıysam da, bazen gözlerine bakıp anladıysam da duygularını, ruh bilimine merak saldıysam da bilemiyorum. Bildiklerim bu noktada yetersiz kalıyor. Yüzlere çarpan ismi belirsiz o karmaşık duygu ifadesizlik yaratıyor. Zaten çoğunun güzünde hüzün, hüznünü saklamak isteyenlerdeyse gözlük var. Görüneni tanımlayamıyor, tanımlananın da ötesini göremiyorum.
            Ağaçlar… Ne şahanedir yazın gölgesinde oturmak. Sırt dayamak yıllanmış gövdesine, düz bir yolmuşçasına üzerinde hiçbir yere sapmadan, sürüden ayrılmadan, kaybolmadan yürüyen karıncalar ne çalışkandır. Ve insana ilham verir güçleri. Meyvelerinde hoş sohbet, yapraklarında şifa, kökünde sarsılmazlık ve kendisinde hayat vardır. Her bir soluğumuzu borçlu olduğumuz bir yaşam kaynağıdır o. Peki nasıl olurda yaşamımızın kaynağı, bence kutsal olan bu varlık biz nefes alamıyorken de sarmalar bizi? Hatta yardım eder, işe yarar, tutar bizi, taşır… Nasıl olur?
            Bayanlar hep böyledir. Bayılırlar siyah giyinmeye. Çünkü hem ince hem uzun hem ciddi hem de alımlı dururlar. Dünyada bu kadar çok renk ve sayamayacağım kadar tonu varken, hissettiğimiz renklere bürünüp bütünleşmek varken, dünyayı olduğundan daha renkli, daha yaşanılır kılmak varken neden bir yansıma bizi bu kadar mutlu eder anlamam? Ama bu gün ne ince ne de zarif olmak için giyildi siyahlar. Bu günün tek amacı ciddiyet ‘ Bakın son derece ciddiyim, üzgünüm’ ifadesini konuşmadan da anlatabilmek. Şimdi şu avludan alı moruna karışmış biri girse, üzerinde hissettiği bütün renkler olsa, iç dünyası bizden farklıysa ve o bunu böyle yansıtıyorsa ciddiyetine ve acımızı paylaştığına ne kadar inanırız?
            Gittikçe kalabalıklaşan bir cami avlusu: üzerinde ciddiyetin rengini taşıyan, gözlerindeki anlamı örten, elleri göbek hizasında kenetlenmiş bir yığın insan. Ve çeşme ve ihtişamlı minareler ve avlunun orta yerinde bir maden, madenin üstünde yaşamımızı sarmalayan nefes. İşte orada, oracıkta duruyor her şey. Her şey yerli yerinde; camii, maden, nefes!
            Bu günlerde beni ve varlığımı saran korkunç bir korku var. Her köşe başında, her merdiven boşluğunda, her satır arasında karşıma çıkan beni ürküten bir korku. Bir gün, bir sabah, belki bir gece yarısı ya da akşamüstü ansızın bir acı haber almaktan korkuyorum. Hayatımda yeri olan, izi olan, ağırlığı olan, sevgisi olan herhangi birini kaybetmekten çok korkuyorum. Kaybetmek; yani bir şeyin ellerinin arasından aniden belki de fark ettirmeden yok olup gitmesi. Sonra o ‘şey’ olmadan yaşamaya çalışmak. Onun, hayatındaki izlerini gördükçe içinin burkuluşunu hissetmek. Bir anıyı anmak tek başına, o anının içindeki ‘şey’ olmadan, onun varlığını hissedemeden, aklına gelenleri paylaşamadan, tek başına, hayatının o anını dolduran ‘şey’ yanında olmadan hatırlamak. Hatırladığın olaya gülememek, gülmek bir yana tebessümü bile aklından geçirememek. Sadece yokluğun ağırlığını hissetmek. Hayatını dolduran o ‘şey’in yokluğu altında ezilirken kalbindeki derin, depderin sızının ağırlığını hissetmek.
            Kaybettim. Hayatımda pek çok rolü olan o ‘şey’i kaybettim. Ve arayamıyorum. Nafile bir kederin içine gömüldü yalnızlığım. Hüzün buğusu bir sessizliğim oldu işte sonunda. Hani bir gün poğaça yerken senin boğazına kaçmıştı da öksürmekten gözlerin yaşarmıştı. Kırmızı kazağını ödünç alıp da kirlettiğimde ne çok kavga etmiştik. Bir keresinde haince bir yalan söylemiştim sana. Şimdi o yalan için pişman oluyorum. Ayağım buzda kayıp düştüğümde gülüyorsun diye kızmasaydım keşke. Sonra ayrı yaşamaya başladığımızda daha sık arasaydım seni. Ve keşke hiçbir zaman yalnız kalmak istemeseydim, bir an bile olsa.
            Şimdi o yok. Göğüs kafesimi sıkıştıran, nefes almamı engelleyen, içimde veremli bir fare gibi eşinip duran, bağrımı, yüreğimi yırtan, gittikçe büyüyen bir yokluk bu. Kalbimden beynime fışkıran, kulaklarımı sağır, gözlerimi kör eden yokluk. Ellerim tutmuyor, damarlarım çekildi, kemiklerim sanki camdan bir enkaz, etlerim dövülüyor, ufalanıyorum. Sular altında kalmış bir batık gibiyim. Duygularım buzdan bir kaleydi. Korkuyordum hissetmeye, korkuyordum o boşluk hissinden. Taşımak ve yaşamak istemiyordum yitirmişliği. Beni ürkütüyordu bir şeyleri kaybetmenin fikri. Şimdi o yok. Buzdan kalelerim bir saniyede, içimden gelen ateşle eridi. Beni amansızca sarıverdi. Vücudum kırılmış, parçalanmış, ufalanmış hissetmiyorum. Buz gibi duygularımın arasında yalpalıyorum, yanıyorum…
            Bu; sevdiğim birini kaybetme acısının hayali bir yansıması. Sevdiğim insanların bu dünyayı amansızca terk etmesinden ve böyle bir enkaz olmaktan korkuyorum. Korkmak az geliyor kaygılanıyorum o da olmadı yanıyorum. Şimdi bu manzaranın neresine kimi koyabilirim? O cami avlusu, maden, ciddi insanlar ve yokluğun yürek burkan acısıyla kavrulan kişi kim olabilir? Ben hangi, kalbimi paylaştığım insanı, o tahtadan nefese bürünmüş, avlu ortasındaki maden üzerine yakıştırabilirim? Kime bir daha sarılamamayı, dokunamamayı, kiminle konuşamamayı, bakışamamayı kabullenebilirim? Fikrimde bir şeyin yokluğuna bile alışamazken kimin, hangi, sevdiğimin yokluğuna alışabilirim? Yok oluşunun ardında nasıl ağlayabilirim ve en acısı bunu yüreğime nasıl anlatabilirim?
            Son nefesim bedenimi terk edene dek yokluğunu görmek istemiyorum. Hayatta olman benim için çok önemli ve değerli bunu senin de bilmeni istiyorum. Bu yazı; sensiz yaşamayacak bir insanın varlığını bilesin ve kendine daha iyi bakasın diye yazıldı. Bu yazı; ardında bir enkaz, yaralı bir ruh bırakmanın ne kadar acı verici olduğunu bilesin diye yazıldı. Bu yazı yaktığın her SİGARA’ nın seni yaklaştırdığı son için kaygılanan biri tarafından yazıldı. Kendi varlığımı koruduğum sürece varlığını ve sevgini hissetmek en büyük mutluluğum olacak. Ruhuna ve bedenine iyi bak.                                                                                                                                                Seni önemseyen biri…        
           

Veda


 Ben bilirim bir şehirden yalnızca bavulunu alıp gitmenin ne demek olduğunu. Caddelerini, sokaklarını, evlerini, kaldırım taşlarını sayarak gitmeyi… Üzerinde defalarca kez yürüdüğün yollara, bindiğin otobüslere, girdiğin mağazalara, yemek yediğin lokantalara el sallayarak gitmeyi… Her şeyle ve herkesle vedalaşarak, küskün tek bir çiçek bile bırakmadan geride, ezberleyerek tüm isimleri, bavulunu toplayıp da gitmenin, daha giderken bile özlemenin, özlerken uzaklaşmanın, uzaklaşırken biraz buruk biraz sitemkar da olsa gitmenin ne demek olduğunu bilirim.
                Bilirim, aslında anladığında yanındaki bavulun anlamsızlığını anılarının yanında, gitmenin ne denli zor olduğunu. Zor olduğunu kurulan veda cümlelerinin, anlamsız olduğunu son öpücüklerin. Belki de bu yüzden kaçamak bir veda mektubu bırakılır, en yakınlarının yüzüne çıplak bir efkarla gülümserken. Belki de bu yüzden bir öpüş bu kadar uzatılır adı, tadı ve izi kalsın diye.
                Hafızanı zorladığında, her bir görüntüyü yakalayabilmek için, anlarsın ne kadar çok anıya dönüşen anın olduğunu. Gece geçilen köylerden birinde yanan bir ışık hatırlatır dumanlı geçen geceleri. Bir kır kahvesi yakar sigaranın yaktığı gibi hüzünleri. Serin bir esinti getirir sevdiğinin hayalini ve birde yalın ayaklı serçe, dostlarından bir gülüş taşır kanadında. Hızla akarken gece penceremden tek başına, karda kışta da olsa, yükün omuzlarında geri dönmek istersin. İstersin ki sabaha ‘günaydın’ diyerek, çayını yudumlayarak, taşlarını saydığın kaldırımdan geçerek, mektup bıraktığın arkadaşına giderek ve el salladığın sokaklara bile haykırmak istersin; ‘ben geldim!’ diyerek.
                Pencerenden akarken gece, ham bir çayın kokusu sızlatır içini, yakar ellerini. Üşürsün, sebepsizken. Ellerin titrer sebepsizken. Ve ‘neden?’ dersin, neden bu ayrılık, neden bu gidiş hiçbir sebep yokken?
                Bir şehri terk ederken bir bavul yeter sanıyor insan. Neden sonra anlıyor, hangi yaşanmışlığı sığdırabilirsin bir eşya bavuluna? Yaşanan kaç şey bir eşya boyutunda? Ruhuna iz bırakan şeyler de iz yapar mı katlanınca? Hangi emanetçide bulursun, bavulunu unuttuğunda, yürek yangınlarını? Ve hangi hamalın gücü yeter bir eşyayı taşır gibi sana ait duyguları taşımaya? Hangi taksi bagajına koyabilirsin içinde var olanları? Fermuarını çekip kilit vurduğunda, kalır mı duyguların sen açana kadar? Bir bavul yetmez asla hiçbir yaşanmışlığı taşımaya!
                Gitmek kalana ‘hoşça kal’ demek gibi görünse de, kalanın hoşça kalmayacağını düşünüp üzülmektir çoğu zaman. Gitmek, yeni yerler keşfetmek gibi görünse de keşfettiklerini unutmama çabasıdır. Gitmek, gittiğini fark ettiğin anda başlayan bir yolculuktur. Gitmek dediğin bir bavulla olur biter sandığın ama aklının yüküne kendinden başka taşıyıcı bulamadığın şehirlerarası bir eziyettir. Meziyetse yükünün ağırlığına rağmen görebildiğin kadar çok şehir görmektir… 

Babama Yemek Tarifleri-1 Bezelye


Önce ben bir büyüyeyim de
Babam bile şaşkın hala, yemek pişirebildiğime
Anlatayım sana baba, kızın güzel yemek yapıyor
Ama kolay olmuyor öyle:
Zeytin gözlerimden birkaç damla sızıyor önce
Sonra kıyıyorum ince ince, ince ruhumdan
Düş dünyamın ısınmış tenceresine koyuyorum
Pembeleşsin diye karıştırıyorum tahta oyuncağımla
Kaynaşıyorlar hemen, aşinalar birbirlerine
Yanmadan bu güzel hadise
Eklenmeli kırmızı renkli hevesler
Heves dediğin ölçüsünde olmalı
Ekşitmemeli ince ruhlu düşleri
Alışmalı, kaynaşmalı bu üçlü
Tahta oyuncağım yardıma yetişmeli
Böyle kalsın istiyorum düş tenceremin içi
Ama yenmiyor, kekremsi
Yalnızlığın tadı buruyor dilimi
Sesler yükseliyor içimden; ruhum, heveslerim ve tencerem
‘Kalabalıklaş’ diyor…
Top top yeşil olanı çoğalt tenceremi
Yapayalnız duran asil turuncu, koy asaletini
Kabuğundan çıkıp parçalıyor kendini sarı gelin
Oyuncağım yardım et, karıştırmak ne zormuş herkesi…
Ufak duruşlu, keskin kokulu beyaz
Rengin kadar narin, duruşun kadar zarif değilsin
Anladım
Konuşmasan da yayılıyor içindekiler
Aş kendini, sen de gel
Gittikçe kalabalıklaşıyor tencerem
Yavaş yavaş incitiyor, zedeliyor
İnce kıyım ruhumu, kalın doğrama kalabalıklar
Çaresiz ısınıyor beden
Sessiz izliyor ruh
Daha fazla incinip lezzetini kaybetmeden
İmdada yetişmeli birileri
Öyle ki;
Herkes bir arada olacak, tencere kaynayacak
Yanmadan, yapışmadan
Bir lezzet diğerinin önüne çıkmadan
Sertler, yumuşakları ezmeden
Rengini, kokusunu kaybetmeden kimse
Düş dünyamı kalabalıklaştırırken beni yalnız bırakmadan
Heveslerimi alıp götürmeden, bir arada tutacak…
Birini tanıyorum bunu yapacak!
Hemen ekliyorum koca bir bardak
Sesler azalıyor birden, sakinleşiyor tencerem
Hoş geldin aramıza sabır…
Hayatın tuzu biberi deniliyor sizin için
Birer tutam ekliyorum acıdan, sancıdan, kavgadan…
Tadına bakmıyorum hiç, yanmasın istiyorum dilim
Kapağını kapatsam da düş dünyamın
Bir yanım hep çocuk kalsın…
Pişmiş ruhumun, heveslerimin, sabrımın üstüne
İki dal teze serinlik konduruyorum
Bir yanım hep taze
Hep yeşil
Hep ferah kalsın diye…
Babam beni hep minik kızı olarak sevsin diye…