Hiçbir şey konuşmak
istemiyor oluşumun orta yerinde öylece bakınıyordum etrafa. Neyse ki acımı
yaşamak ve sindirmek için yeterince zamanım var. Çünkü acı çekmem gereken
zamanlarda mutluluk oyunu oynamaktan nefret ediyorum. Ortada çekilmeye değer
bir acı varsa dibine kadar çekip doldurmalıyım içime. Ruhumla, bedenimle ve tüm
organlarımla hissetmeliyim. Üzerini örtmek, gereksiz saçmalıklarla kendimi
hafifletmek, dikkatimi başka yerlere odaklamak, hiçbir şey yokmuş gibi
davranmak yaşayacağım süreci uzatmaktan başka bir işe yaramaz. Benim acım,
içime doldurmadığım sürece bitmez.
Oysa çekecek bir acım
yokken de suskun suskun etrafıma bakınıyordum. Yaşadığım bu ıssız yerde,
yapabileceklerimin sınırlarımı çizdiği sakin yaşantımda konuşmak lüks
sayılabilirdi. İçsel bir söyleşinin davetsiz misafiri olmak nasıldır bilirim bu
yüzden. Aradaki tek fark yüreğimdeki ağırlık… Hepsi bu.
Hani insanın uyanmak
istemediği sabahlar vardır. Hele de benim gibi iki odalı, tek katlı, denizin
iskeleye bağlandığı noktanın sağ çaprazında ve bu nedenle yirmi dört saat deniz
kokan, kasabanın tüm hareket ve gerçeklerine sırt çevirmiş, her sabah kapısını
engin denizlere açan bir kulübede, balıkçı eskisi babamla yaşıyorken. Yine
böyle uyanmak istemediğim karanlık bir gecenin, karanlık, bulutlu sabahında
bulmuştum; annemin bizi terk ettiğini yazan, nemden yumuşamış ve iyot kokan
mektubunu. Akıllı kadındı annem, kaçmak için babamın on günlük balık avına
çıktığı ilk geceyi tercih etmişti. On yaşındaki bir kız çocuğunun dokuz gün
boyunca bu ıssız grilikte tek başına ne yapacağını hiç hesap etmeden. Elimde
mektup, başımda dönen duvarların arasında, ayakta kalmaya çalışışımı hiç
unutmadım. Bir de babamın eve dönüp de elimdeki mektubu okuduğu anı. Sanırdım
ki hayatımın yegane önemli olayı bu ikisi; annemin evi terke ettiği gün ve
babamın bunu öğrendiği gün. Tahmin edemezdim; uyanmak istemediğim her sabahta
yüreğime kazınacak bir yara olduğunu. Tahmin edemediğim için uyandım o karanlık
sabaha da…
Daha önce hiç bu kadar
kalabalık görmemiştim denizi. Onlarca balıkçı teknesi vardı. O yıl her
zamankinin aksine, balık sürüleri istikametini değiştirmiş ve bizim
kıyılarımıza yakın bir yön seçmişti. Bunun doğal sonucu olarak balıkçılar
buralara gelmişti. Uzaklardan; evini, çocuğunu, sevdiklerini geri döndüğünde bulamam
ihtimalini göze alarak gelmişlerdi. Çünkü her balıkçı bilirdi; uzun
ayrılıkların daha da uzun yalnızlıklar getirme ihtimali olduğunu.
İçim sıkıldığı için
yürümüştüm iskelenin ucuna. Her zaman yaptığım gibi ufuk çizgisine doğru dalıp
gitmek istiyordum. Ama bugün ve önümüzdeki günlerde bu mümkün olmayacaktı.
Bende teknelere doğru daldım; irili, ufaklı sakin duruşlu teknelere… İşte o
dalışımda çıkartmıştım, bir midyeyi ve içindeki siyah inciyi.
Kıyıya diğerlerinden
çok daha yakında duran teknenin güvertesinde, yılın sekiz ayını denizde
geçiriyor olmanın tenine verdiği esmerliği cömertçe sergileyen bir adam vardı.
Bulut kümelerinin arasından sızan ışık huzmelerini emmek istercesine
dolaşıyordu teknenin içinde. Üzerine yapışan gözlerimin farkına varamayacak
kadar önemli işler peşinde olmalıydı. Oysa ben onun; gövdesine hafif bir
çıkıntı yapmış göbeğini, şortunun altında salınan bacaklarındaki adaleyi ve
hatta birkaç gündür tıraş olmadığını gösteren yüzündeki kirli sakalın bile
ayırtına varacak kadar uzun süredir izliyordum.
Gözümde o dayanılmaz
esmerliğin hayaliyle kulübeye döndüğümde babam, balık pazarına çıkmıştı. Annem
bizi terk ettiğinden beri babamın aldığı en uzun mesafe buydu; sahilin hemen
üzerindeki taze balıkların satıldığı hal. Artık balık avlamak yerine tartıp
satmayı tercih etmişti. Ayağı her an karaya bassın istiyordu, denizlerin
enginliği korkutur olmuştu yaşlı kalbini. Bense o gün, her günkü yalnızlığımdan
farklı olarak uzandım yatağıma. Zihnime kaydettiğim her anı daha da ayrıntılı
düşünmek için yanıp tutuşuyordum. Minik karelere böldüğüm görüntülerin her
birini defalarca gözlerimden geçiriyor ve bundan inanılmaz bir zevk alıyordum.
Kimi zaman kalbim hızlanırken kimi zaman bütün tüylerim ayaklanıyordu. İstemsiz
bir kasılma yaşıyordu vücudum. Bu sarhoşluğun etkisiyle akşama kadar kıvrandım
yatağımda. Ne babamın eve gelişi ne de yemek hazırlama mecburiyeti kaldırıyordu
beni bu düşten. Babam bildik hareketlerle kurdu rakı sofrasını, benimse açlık
umurumda değildi. Tek istediğim, onu yeniden görünceye kadar hayaliyle
yaşamaktı.
Ertesi sabah yine
karanlık bir güne uyandım. Bu sefer bulutlardan değil, güneşin doğuşunu
sabredemediğimden. İskelede oturup beklemek istiyordum, hakkında hiçbir şey
bilmediğim o adamın güverteye çıkışını. Aynı yerde demirliydi tekne, uzun
sürecekse de beklemeye değerdi. Her denizin martısı vardır, karabatakları,
balıkçılları. Onlar da payına düşenleri almak için gelirlerdi aydınlıkla
birlikte, üzerinde rahatça durabildikleri sonsuz su birikintisine. Martıların
çığlığı mı yoksa balıkçılların çırpınışı mı beni kendime getirdi bilmiyorum?
Hava aydınlanmıştı. Gece geç saatte avdan dönen tüm tekneler gibi onunkinde de
hareket yoktu. Dün gördüklerimi bugünün üzerine yapıştırıp yaşamaya devam
ettim. Bu böyle ne kadar sürdü ayırtına varamadıysam da, yanık tenli omuzları
üzerinde tuttuğu dik başını kamaradan güverteye çıkarttığını gördüğümde
heyecanım kat be kat arttı. Yaptığı her hareketi ezberlercesine kazıyordum
beynime. Uzun ve enli gövdesinin bacaklarıyla birleştiği yerde taşıdığı kırmızı
şortuyla kendini serdiğinde ıslak zeminli güvertenin burnuna, beni de anlamsız
bir ateş sardı. Onu izlerken durmuştu dünya. Hayaller ülkesinin
derinliklerinden gelen bir görüntü gibiydi uzakta olanlar. Zamansızlığın içinde
sürüklenip duruyordu duygularım. Yaşadıklarıma anlam veremeyecek kadar kendime
uzaktaydım. Bir yabancıya sergilenen samimiyetsizlikle ve mesafeyle duruyordum
hep kendime karşı. Hiçbir zaman içimden bakamadım dünyaya, başka bir dünyadan
hem kendime hem de herkesin yaşadığı o yere bakıyordum. Ama şu an ilk defa
kendi bedenimdeydi ruhum boşlukta gezinmek yerine, kendi içimden bakıyordum
karşımdaki adama. Kendi gözlerimle kendi bedenime baktım belki de hayatımda ilk
defa. Fark edilmek için, farkına varmam gereken ne çok ayrıntı olduğunu fark
ettim. İki dünya arasında geçiş yapmış biri gibiydim. Oturduğum yerden kalkıp
eve fırlamamın hiçbir anlamı yoktu, soyunarak aynanın karşısına geçişiminde.
Ruhumla bedeninim birleştiği o gün kendimle göz göze geldim ilk defa. İri ve
kahverengiydiler. Kumral tenime çizilmiş yüzümde burnumun sol tarafına nokta
misali koyulmuş açık renkte bir ben vardı. Uzun kumral saçlarım belime
dökülüyordu. İçeri çekilmiş göbeğimin üzerinde lambayı andıran ufak göğüslerim
ve altında fazla şekilli olmayan dolgun bacaklarım. Bacaklarımla sırtımın tam
ortasındaysa kalçam izliyordu. Uzun uzun seyrettim kendimi; sağdan, soldan,
önden, arkadan… Kendimi kendi içimden izlemek keyif veriyordu ve aynı zamanda
kara yağız balıkçıyı düşünmekte…
Şu hayatta tadına çok
az bakabildiğim duyguların arasında bu günkü gibi bir duygu yoktu, bu günkü ve
dünkü gibi. Aklımı işgal etmiş olan bu adamın yüreğimi de ele geçirdiği,
güneşin her sabah yeniden doğuşu kadar gerçekti. O’nu düşündüğüm anlarda içimin
çekilmesi, kalbimin hızlanması, zaman kavramının yok olması ve yüzüme anlamsız
bir sırıtıklığın yerleşmesi, bu gerçekliği doğrulamak için yeterliydi. Evet bu
adama aşık olmuştum. Tamam, ne adı ne sanı ne kim olduğu ve nereden geldiği
hakkında hiçbir fikrim yoktu ama aşıktım. Zaten aşık olmak için bunların
hiçbirini bilmeye gerek yoktu. Çünkü bu aşktı, sevgi değil. Birini sevmek için
milyonlarca nedene ihtiyacı olabilir insanın ama aşk için değil. Aşk; bu
dünyanın ve zamanın dışında, gerçeklikten uzak ve hatta hayal dünyasının içinde
var olmaktır. Aşk insanın gözüne indirdiği perdeyle bir maymundan prens bile
yaratabilir. Oysa sevmek, olanı olduğu gibi kabul etmektir. Şu saatte, nerede
olduğunu sorgulayabilmektir. Yani gerçekliğin ta kendisidir.
Aynanın karşısında
kaldığım süre içerisinde bir insanın gözlerini yakından görebilmek için, yine
bir insanın nelerini verebileceğini anladım. Uzaktan da olsa gözlerimin, o
yakıcı iklimlerden gelmişe benzeyen kara yağız balıkçının gözleriyle
çarpışmasını şiddetle istiyordum. Aklımda hep bal rengi bir çift göz vardı.
Gözlerimin içine bakarken, içinde kaybolduğum bal rengi bir çift göz… Nedense
bu adama en çok yakışacak renk buymuş gibi, neredeyse el açıp tanrıya dua
edecektim; bakmak için çıldırdığım o gözler bal rengi olsun diye.
Hayal dünyasının
gerçeklerden çok daha fazla mutluluk verdiği fikriyle giyindim ve yatağıma
gittim. Yapmak istediğim tek şey sabaha kadar onu düşünmekti. Varlığımın hayata
bir şeyler katmadığını bildiğim için düş dünyasında olmamın kimse için bir eksiklik
yaratmayacağını da biliyordum. Zira babam bu fikrimi doğrularcasına sessiz ve
yavaş hareketlerle olağan gelişlerinden birini yaptı. Etrafında kendinden başka
kimse yokmuşçasına, kendi karanlığına gömüldü.
Gerçekler insanın yanı
başında dururken, onları alıp yeniden şekillendirmek, olduğu gibi yaşamaktan
çok daha güzel. Eğer öyle olmasaydı, bütün gün onu izleyebilecekken erkenden
yatıp hayallere dalmayı tercih etmezdim. Bir yandan kendimi keşfedişimin
heyecanı bir yandan gözlerinin ela olmasının gerçek olduğunu düşünmenin
heyecanı, karnıma ağrılar sokuyordu. Karnımdan girip kasıklarıma ilerleyen
oradan bacaklarıma dağılan sıcacık bir ağrı. Yarı uykuda yarı hayalde ama bol
sancılı bir gece sabaha kavuşuyordu. Bu gün çok uzun zamandır yapmadığım bir şeyi
yapmaya karar vermiştim; denize girecektim. Belki kendimi fark ettirmek belki
ona daha yakından bakabilmek ya da kim bilir belki de ateşler içinde yanan
bedenimi serinletmek içindi. Güneş kendini gösterir göstermez çıktım iskeleye,
yürüdüm ucuna kadar. Yine orada aynı yerinde duruyordu tekne. Elbisemin
düğmelerini yavaş yavaş açarken beni perişan eden o balıkçıda teknenin
tırabzanlarından tutunmuş kıyıya doğru bakıyordu. İşte günlerdir beklediğim şey
şu an olabilir ve uzaktan da olsa bun adam beni fark edebilirdi. Şu an; içinde
olduğumuz ve sürekli akan zaman. İçindeyken gidişini fark edemediğimiz ama
geçip gittikten sonra ardından bakakaldığımız an. Burada bunun ayırdında olmak,
o anı tutup hiç bırakmama isteğini uyandırıyor insanda. Keşke yaşadığım her saniyenin
farında olsam ve sonuna kadar tadına varsam. İnsanın yaşadığının ayırdında
olabilmesi için mucizelere ihtiyacı olmasa…
Akan zamanın içinde bir
yerlere tutunma güdüsüyle düğmelerimi açmaya devam ederken, uzaktan ne renk
olduğunu kestiremediğim, o bir çift gözle çarpıştı gözlerim. Bakışları içimi
delip geçecek güçteydi. Sanki saydam bir bibloydu bu manzaradaki her şey ve
onun bakışları, gözünü çevirdiği her yeri delip geçiyordu. Şuursuzluğum her
saniye biraz daha artarken bütün düğmelerimi açmış denize girmeye hazırdım.
Merdivenlerden kendimi yavaşça bıraktım serin sulara. İçinde yüzdüğüm deniz,
içinde bulunduğum zaman gibiydi; sürekli deviniyordu. Kilitlenip kalmak istediğim
sürenin, o balıkçıyı o trabzanlarda kilitlemeyeceğini biliyordum. Sanki bunu
görmek istercesine kafamı sudan çıkartıp baktığımda beni yakan o adamın yerinde
koca bir boşluk olduğunu gördüm. Yeniden dalmak için başımı sulara gömecektim.
Ama az ileride teknenin yamacındaki sular da oynaşıyordu, dalgalanıyordu. Biraz
daha yüzerek yakınlaşacakken suların içinden kirli sakalları, esmer yüzü ve
çevik vücuduyla O çıktı. Sıtma tutmuş hastalar gibi dişlerime kadar
zangırdamaya başladım o an, içinde bulunduğum mekanı ve anı onunla paylaştığım
o müthiş an… Tırnaklarıma kadar morardığımı, vücudumun kaskatı kesildiğini
hissedebiliyordum. Yapabildiğim tek şey batmamak için minik çırpınışlardı. Ben
kendimi zapt etmeye çalışırken O, o günlerdir düşle gerçeği harmanlayarak içime
doldurduğum adam, bir kulaçlık mesafede duruyordu
İşte yine zamandan ve
mekandan kopmuştum. Koskoca evren pul olmuş gitmişti. Her yer, her şey sevinçli
bir donukluğa kavuşmuştu. Kendi içimden kendi gerçekliğime bakıyordum. O anın
içinde kilitlenmiştim. Ne günlerdir yaşadığım hayal dünyası ne gerçekler
içinden işe yarayanları bulup çıkarma çabam ne kendimi keşfimin heyecanı… Hepsi
bu an içinde etrafa yayılmış, boşlukta duran önemsiz birer görüydü sadece.
Durağanlığın içinde etrafa ışık saçan tek şey; kahverenginden elaya doğru tüm
tonların oynaştığı o gözlerdi...
Bu öykünün finalini yıllardır yazamadım, herkes kendi finalini yazsın ben de okuyayım...