9 Mart 2012 Cuma

Adam


Adam evden çıktı her zaman yaptığı gibi. Her zaman gittiği yoldan, her zaman gittiği yere, her zamanki gibi ilerlemeye başladı. Her zamanki kıyafetleri vardı üzerinde, eli her zaman koyduğu cebinde… Ve somurtkan ve durgun ve ifadesizdi her zaman olduğu gibi. Her şey hep aynı görünüyorken birden bir şey hissetti adam kendinde. Etrafına bakındı, kimse yoktu durdu dinledi; kulakları sağır eden bir ses değilse de sürekli çoğalan bir sesti. Ne dediği anlaşılmıyordu. Sanki bir yerlerde sıkışmış yahut göçük altında kalmışçasına derinden bir sesti. Ne gariptir ki bu kadar uğultunun arasında sitemkar bir tonda olduğu anlaşılıyordu, ah bir de kimden ya da nerden geldiği anlaşılabilseydi! Bilmiyordu, bazen anlamanın, anlayabilmenin ne denli zor olduğunu; çünkü bu çok seyrek yaptığı bir şeydi.
Etrafına bakınarak tam bir dakikadır aynı yerde durduğunu fark edince şaşırdı. Her zaman yaptığı bir şey değildi yolun ortasında durmak. Durmaktan ziyade; duymaya ve anlamaya çalışmak. Tedirgin oldu. Günün ilk saatleri için çok şey yaşamıştı; duydu, anlamaya çalıştı ve şaşırdı… Tekrar yürümeye başladı, bir süre sonra uzaklaşırdı nasıl olsa o sesten. Devam etti ne hızlı ne de yavaş olan adımlarını atmaya. Garipti, sanki o sandığın içinden haykıran ses ensesinde üfürüp duruyordu. Uzaklaşmak için hızlandığı her bir adımda sanki daha çok duyuyordu. Tekrar durup dinlemeye niyeti yoktu. Yeterdi bu kadar tedirginlik bugün için.
Ensesindeki sesle birlikte vardı, her gün sekiz-on yedi mesaisi yaptığı iş yerine. Oda arkadaşları küçük bir şaşkınlık ifadesiyle süzdü adamı. Bütün bakışların üzerinde olması rahatsız etmişti onu, anlamışlar mıydı bir dakika geç kaldığını yoksa onlarda mı duyuyordu bu uğultuya benzeyen yakarışları? Odadaki diğer insanlar için ‘arkadaş’ kelimesini kullanmak ne denli doğru olur kendisi de bilmiyordu. Her sabah bir ‘günaydın’ ı bile çok görerek yerine geçip, her akşam yine aynı kabalıktaki sessizlikle ayrılıyordu yerinden. Odadaki insanlar da alışmıştı bu dingin ve kaba sessizliğe. Öyle ki bir gün olur da ‘günaydın, iyi akşamlar, afiyet olsun’ gibi selamlaşma ya da nezaket belirten, işle ilgili konuşmalar dışında olan, bir kelime çıksa adamın ağzından herkes küçük dilini yutmaya hazırdı.
Odadaki insanlar, evdeki insanlar yani yakınında olan hemen herkes alışmıştı bu duruma. Alışmak zorundaydılar. İyi bir cimrinin tasarruf sanarak kıstığı gereklerini kısar gibi kısıyordu cümlelerini. Kelimelerden tasarruf ederek yaşıyordu. Kelimeden tasarruf iyi bir şeydi. Çünkü kelimeler dolayısıyla cümleler hayatın gerekleriydi. Onlar olmadan yaşamak, konuşmak, düşünmek, yemek yemek ve hatta yürümek bile zor çoğu zaman imkansızdı. Az kelime kısa cümle; kısa cümleyse daha az emek sarfiyatıydı. Böyle yaşayınca ne düşünüp tartmaya ne etrafındakileri algılamaya ne başkalarını anlamaya ne de bir şeyleri yargılamaya gerek vardı. Etliye sütlüye karışmadan kendi ekseni etrafında döndüğünü sandığı hayatını bitirmeye bakıyordu tez elden. Dönen bir şey yoktu aslında, eksen yoktu çünkü. Kendi etrafında bile genişliğe sahip olamamış biriydi o. Öyle bir adamdı, doğduğu için yaşayan, yaşamak için yiyen, adının bile ağırlığı olmayan bir adam.
Önünde duran kağıt yığınına elini attı hızla. Kaydedilmesi gereken evraklardı bunlar, her gün ki işi yani. Allahtan geveze birine vermemişlerdi bu görevi. Yoksa bütün gün çene çalmaktan evrak kaydedemez, nihayetinde de biriken evraklar içinden çıkılmaz bir hal alırdı. İçinden çıkılması zor durumları, sorunları, üzerine düşünülmesi gereken şeyleri oldu olası sevmezdi. Çocukluğundan bu yana ivmesi ve yönü değişmeyen bir hayat içinde var olmuştu. Bu nedenle dümdüz bir adamdı. Hiçbir girinti ve çıkıntıya tahammülü yoktu. Kıyafetleri dahi tek renkti, karışıklığı sevmezdi. İşte bu yüzden; yani evraklar birikmesin diye çıkıntı oluşturmasınlar, sorun yaratmasınlar diye onları kaydetmeyi seviyordu. Zaten şu hayatta sevdiği pek az şey vardı. Sevdiği şeylerde hiç değişmediği için, sürekli aynı şeylere karşı aynı duyguları hissettiğinden, bu duygunun – sevginin – nasıl bir şey olduğunu çoktan unutmuştu. Unuttuğunu da unutmuştu işin kötü yanı…
Neden sonra fark etti; ensesindeki sesin hafiflediğini. Bir an kalemi bırakıp kulak kabarttı. Evet, yanılmamıştı o haykıran ses hızını kesmişti sanki. Umursamadı, geçeceğini biliyordu. Kalemine ve evraklarına dönmüştü ki derinlerden bir çığlık yankılandı. Aralarında yok denecek kadar az mesafe olan iki dağın arasında bağırılsa bu denli güçlü bir yankısı olamazdı. Göz ucuyla etrafı süzdü, herkes işiyle meşguldü. O derin boşluğun oluştuğu saniyelerde sağır olduğunu düşündü. Tam olarak düşünemedi, aklından geçirirken o ses yine derinlerden yakarmaya başladı. Neye kulak vereceğine karar veremiyordu. Her şey iç içe geçmişti. Sesin azaldığını sanırken yankılanması, yankının ardındaki sessizliğin içinden çıkan uğultu, uğultuya aldırmamaya çalışıp bir şeyleri aklından geçirmeye çalışması… Düşünmeye çalıştığı neydi peki? Bu karışıklıkta ne düşünebilirdi ki? Düşünerek bu sesi kesebilir miydi? Tüm bu gürültüye rağmen evraklarına döndü. Zor bir durumdu ama işini yapacaktı, her zamanki kararlılığıyla.
Yaptı. Akşama kadar, duyduğu her türlü sese ve rahatsızlığa rağmen işini yaptı. Mesai bitimine dakikalar kalmıştı. Bugün de bitiyordu işte. Tek yapılması gereken ertesi güne ulaşmak için beklemekti. Onun için gün işyerinde geçirdiği saatlerle sınırlıydı. O saatler bitince günde bitiyordu. Dış dünyayla hemen hemen tek ilişkisi buydu çünkü. Farkında değildi; her gün ardında boşa geçip giden saatleri bıraktığının, bıraktığı bu saatlerin toplamının adının; hayat ya da ömür olduğunun. Tüm dünyasal zevklerden arınmış, yalıtılmış bir yaşam sürüyordu. Günden kar ediyordu uyuyarak. Uyumak kısaltıyordu zamanı ve yaklaştırıyordu sonunu.
Kalktı sandalyesinde, kapıya yöneldi, çıktı. Adımları seyrekleşti. Anlamak istediğinden emindi artık, gittikçe zorlaşan bu durumu. Soru sormayı sevmezdi. Zaten fark etmeden sordu kendi kendine: ‘Kimdi, neydi, ne diyordu, ne istiyordu bu ses?’. Bir seferde yanıtlanması zor sorular sıralanıvermişti. Kendine bile sezdirmeden düşünmeye başladı adımlarını izlerken. Ya susmalıydı bu yakarış ya da anlatmalıydı kendini. Ne güzel olurdu anlatsa, açıklasa kendini ve çekip gitseydi. Maalesef. Hayat ona, ömrünün en zor görevlerinden birini vermişti bile. En son ne zaman zor bir durumla karşılaşmıştı, ne zaman bir handikap içinde kalmıştı? Hatırlamıyordu. Hatırlasa faydası olurdu belki bu durumu çözmek için. Onun bugüne kadar çözmesi gereken düğümlü bir ipi bile o kadar az olmuştu ki…
Neredeyse etrafını görmesini engelleyecekti. Sabretmek zorlaşıyordu. Yoksa zor olan mı sabretmekti? İki elini iki kulağının üzerine sıkıca bastırdı. Bastırdıkça güçlendi ses, güçlendi, güçlendi…  Sıradan bir insanın algı dünyasını hiçe sayarak yükseliyordu.  Kafasını göğsüne doğru yaklaştırdı. Gittikçe gücü tükeniyor, her saniye kaldırıma biraz daha yaklaşıyordu. Başı ellerinin ve bacaklarının arasında yere çömelmiş, kaldırımla burun buruna gelmişti. Yoksa her gün bir uyku boyu yaklaştığı sonu gelmiş miydi? Gözünün aralık kalan kısmından gördü,  kaldırım taşları arasından salık veren minik papatyayı. İşte o an hayatında aralık kalmış fakat hiçbir zaman için itelenmemiş ne kadar kapı varsa ki sayısı çok azdı, bir bir geldi gözünün önüne. Kapılar itelenmedi ama papatya koparıldı yerinden, kokar diye belki. Küçük bir ihtimal de olsa vardı. Burnunun ta içine çekercesine kokladı onu…
Çiçekli entariler içinde uçuşan o zayıf beden. Her gün elinde poşetiyle geçerken mahalleden ve nereye gittiği asla bilinmeyen, al dudaklı, al yanaklı, siyah saçlı o dilber… Tek zenginliği gülücükleri olmalıydı ki dağıtırdı ziyan etmeden. İnsana umut veren, ummayı güzel bir bekleyiş haline getiren, bir dahaki gülücüğü görene dek elindekiyle idare etmeyi öğreten, esin veren sıcak bir esinti gibi esen, çalacağı her kapıyı aralatmakla kalmayıp ardına kadar açtırabilecek güçteki gülücükler… Onun geçtiği yerleri anlamak, tahmin etmek ne zevk veren bir uğraştı. Çiçeksi kokusunu geçtiği her bir köşeye sindirircesine bırakırdı. Belki o yüzden; sıcacık gülücüğünü daha da anlamlı hale getiren o güzelim kokusu yüzünden, onun ardından dönerek tüm köşeleri gitmişti peşinden, küçük bir çocukken. Aralı kalmıştı onun ardından bahçe kapısı. Girmeye cesareti yoksa da bakmaya vardı. Gizem dolu bu güzelliği görebilmek için uzanmıştı kafası içeriye, bedeni dışarıdayken. Ayak seslerini duyamayacak kadar uzakta olsa da her kıpırtıya içi kalkıyordu. Her seferinde evin kapısı açılacak ve hülyalı gözler ona bakacak sanıyordu. Olmadı. Hava çoktan kararmıştı. Bahçe kapısını kapatmaya bile çıkmamıştı. Çocuk yüreği olmayacak hayallere tutunmuştu bu aralık kapıda.
Her gün sabah erkenden gelip hava kararıncaya dek bekledi, yaşıtları misket oynarken o. Heyecanla beklenen her dakika, işkence oldu. Zamanlardır hiç iz yoktu ona ait. Ne gülüşü ne kokusu ne de uçuşan etekleri uğramıştı mahalleye. Artık kaldırımda oturarak bakıyordu bahçe kapısından, solan çiçeklere. Başka çaresi olsaydı keşke. Çiçeklere su veren olsaydı da mesela solmasalardı.
Bir gün yine kaldırımdan izlemeye giderken kendi iç dünyasını, taşların arasında gördüğü papatyayı kopardı. İçinden bir ses ‘bugün gelecek’ diyordu. Gelirse eğer ona verecekti, kendi kokusunu. Garip bir duyguyla döndü köşeyi; kalabalık vardı, gürültülü bir kalabalık. Aralık kapı açılmış, içeriden battaniyeye sarılı narin bir beden çıkıyordu. ‘İntihar etmiş, ölmüş zavallı!’ diyorlardı. Siyah bir arabaya koydular onu ve nicedir aralı duran kapısını kapadılar. Yere düşen papatya, toz bulutu ve sonrası yok!
Bu, hayatında yüzüne kapanan ilk kapıydı, ne yazık ki son olmayacaktı. Sonraları daha sağlamları daha sağlamca çarpıldı yüzüne, yaralı yüreğine de… Yere düşen papatyanın üzerinden geçerek gitmişti o. Onun için kopardığı toprağından, suyundan, ona sunmak için ayırdığı papatyayı ezerek, hiçe sayarak ve üstelik bir daha dönmemecisine gitmişti… Yaşadığı ağır travmanın farkında değilse de bir şeyleri yitirdiğinin farkındaydı. Bu farkındalık zor günlerin başlangıcıydı.
Diğer kapıların kapandığını da görüyor olmak yarasını derinleştirmeye yetiyordu. Önce en yakınındakiler; annesi, babası, kardeşleri sonra uzağındakiler; arkadaşları, öğretmenleri, bilyeleri ve hatta sokaktaki kediler bile hızla kapatıyordu bir şeyleri. Aslında çarpılan yalnızca kendi kapılarıydı. Bir daha hiç açılmamacasına sevinçlerini, umutlarını, beklentilerini, hayallerini, üzüntülerini, kanayan yarasının kabuklarını, güzeli anlatan çiçekleri, uçuşan etekleri, masum gülüşleri hatta o anın içinde yaşadığı her duyguyu kilitlemişti, kendinden başka hiçbir çilingirin açamayacağı kaplar ardına. Sonra kilit altına aldığı onlarca parçası hiç yokmuşçasına yaşadı. Unutmak; etkisi kısa süren bir uyuşturucu gibiydi. Onun için sık sık almalı, her alışında damarlarında hissetmeliydi. Unutarak yaşamayı yaşam biçimine dönüştürdü. Gördüğü her olayı, her kişiyi, her yeni bilgiyi ve her anı siliyordu belleğinden. Unutamamaktan ve acıdan korktuğu için.
Ama bugün sanki yıllar önce düşürdüğü o papatyayı yeniden bulmuştu ve dolayısıyla kaybettiği her şeyi. Bir koku, küçük bir tat; kendini zihninin kıvrımlarında dolaştırmasına yetti. Rastladığı görüntülere o kadar şaşırdı ki… İnandığı, inanmadığı, acıtan, sancıtan, kusturan, susturan ne varsa hepsinin anahtar deliğinden ışık hızıyla geçti. Gözlerini kamaştıran ışıkların zihninde hala yanıyor olması sevindirdi onu. Yıllar önce yüreğini ezip geçen o güzelin; hayallerini, çocukluğunu daha da acısı kendini kendinden nasıl alıp götürdüğünü gördü. Hayata gözlerini ilk kez açıyormuşçasına kocaman oldu gözleri. Ana rahminden sonra dünyada aldığı ilk nefesmişçesine derinine çekti havayı. Bugün bu papatyayı birilerine verme zamanı gelmişti. Kaybettiği yılları ve kaybettiği kendini geri getirmeyecekti ama önünde uzun yıllar vardı yeni bir ben yaratmak için. Papatyayı kendine armağan etti. Doğruldu yerinden ve içinde haykıran o sese hem kulak hem de hak verdi; ‘ Her şeye yeniden başlamak için bu andan tezi yok!

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder